© 2025 Kulta.
Hıdır Murat Doğan İnceleme, N°1 / Güz
“İnsanın oturduğu toprakların altında ölüleri yoksa o adam o toprağın insanı değildir.”
Gabriel Garcia Marquez, Yüzyıllık Yalnızlık
Göç, bir yarım kalmışlıktır. Bir köy meydanında son otobüsün ardından havada asılı kalan tozlar gibi… Almanya’ya giden işçiler yalnızca emeklerini değil, gençliklerini de fabrikaların gürültülerine bıraktılar.
Dilini bilmediğin sokaklarda kaybolmak, kendi adını yabancı bir ağızdan duyunca irkilmek… Sonra eve dönünce, çocuklarının gözlerindeki o yabancılıklar… Bir kadının valizinde yalnızca elbiseleri değil, annesinin kokusunu taşıyan bir yastık kılıfı da vardı; başını her koyduğunda memleketin rüzgârı saçlarının arasından geçiyordu. Bir genç tren raylarının kenarında sigara içerken her nefeste gökyüzüne bir çizgi çekiyor, memlekete uzanan ince ve görünmez bir hattı izliyordu.
Göç edebiyatı, bavullara sığmayan hikâyelerin kalemle uzun uzak yollara taşınmasıdır. Sokak lambalarında titreyen yalnızlık, zarfın içinde bekleyen mektup, yarım kalmış bir türkünün eksik mısrası… Bizim hikâyemiz hep gidişlerle başladı; belki de bu yüzden dönüşlere hiç inanmadık. Hiçbir bavul, hiçbir ayrılığın ağırlığını taşıyamazdı çünkü.
1960’larda ABD’de, Meksika kökenli Amerikalıların politik ve kültürel kimlik arayışları sırasında Chicano edebiyatı doğdu. Sınır bölgesinde yaşayan topluluklar, hem Amerikan hem Meksika kültürleri arasında sıkışmış bir kimlik deneyimi yaşadılar. Bu edebiyat, göç, kültürel melezlik, kimlik çatışması, ırkçılık ve sosyal adaletsizlik gibi temaları işledi. Eserler İngilizce, İspanyolca veya ikisinin karışımıyla kaleme alındı. Gloria Anzaldúa, Sandra Cisneros ve Luis Alberto Urrea bu akımın önde gelen temsilcilerindendi.
1920’lerde Harlem, New York’ta doğan Harlem Rönesansı ve siyah feminist edebiyat, ırkçılık, kültürel kimlik, müzikle iç içe edebiyat, kadın bakışı ve politik bilinç konularını işledi. Langston Hughes, Zora Neale Hurston, Toni Morrison ve Alice Walker önde gelen isimlerdi. Bu dönemde caz ve blues ile edebiyat iç içe geçmişti; şiir ve öykülerde müzik ritmi, anlatının kalbinde atmıştı. Billie Holiday’in hüzünlü sesi, Harlem’in sokaklarında yankılanırken, sözler göçün ve ayrılığın yansımasını taşıdı.
Sömürge sonrası Karayip ülkelerinde ortaya çıkan postkolonyal edebiyat, kolonyal miras, kültürel melezlik, diaspora, kimlik ve göç temalarını işledi. Derek Walcott, V.S. Naipaul ve Jamaica Kincaid öne çıkan isimlerdi. Eserlerde müzik ve ritim, kültürel kimliğin taşınmasında önemli bir rol oynadı; özellikle calypso ve reggae ile harmanlanan anlatılar, diaspora deneyimini hem sözle hem de sesle iletti.
Filistin diasporası edebiyatı 1948 sonrası Filistinli mülteciler ve sürgünler arasında ortaya çıktı. Toprak kaybı, sürgün, aidiyet, ulusal kimlik ve hafıza temalarını işledi. Mahmud Derviş, Ghassan Kanafani ve Fadwa Tuqan bu alandaki önemli yazarlar arasındaydı. Söz ve şiir, sürgünün acısını ve kaybın ağırlığını aktarmada başlıca araç oldu.
Avustralya’da Aborijin edebiyatı, sömürge sonrası kimlik arayışlarını konu aldı. Temaları; toprakla bağ, gelenekler, kültürel direniş, sömürgecilik eleştirisi oldu. Oodgeroo Noonuccal ve Alexis Wright önemli temsilcilerindendi.
Yeni Zelanda’da Maori Rönesansı edebiyatı, dilin korunması, kültürel kimlik ve sömürge sonrası toplumu ele aldı. Witi Ihimaera ve Patricia Grace önde gelen isimlerdi.
19.–20. yüzyılda İrlanda Rönesans edebiyatı, İngiliz egemenliğine karşı ulusal kimlik mücadelesinde doğdu. Temaları; Kelt mitolojisi, dil ve kültürün direnişi, ulusal kimlik oldu. W.B. Yeats ve James Joyce önemli temsilcileriydi.
Asya-Amerikan edebiyatı göç, kuşak çatışması, kültürel kimlik ve yabancı düşmanlığı konularını işledi; Maxine Hong Kingston ve Amy Tan bu türde öne çıktı.
Cezayir-Fransız diasporası edebiyatı göçmenlik, ırkçılık, kimlik çatışması ve kültürel yabancılaşmayı işledi; Assia Djebar ve Tahar Ben Jelloun örneklerindendi.
Kürt edebiyatı ise sürgün, yasaklı dil, kimlik arayışı, toprak ve kültür bağlılığı temalarını işledi; Ahmedê Xanî ve Mehmed Uzun öne çıkan isimlerdi.
Bu edebiyat türlerinde ortak temalar olarak sınır ve göç deneyimi, kimlik çatışması, dil ve kültür melezliği ile toplumsal eleştiri idi. İki kültür arasında sıkışan bireylerin aidiyet arayışı, çok dilli anlatım ve kültürlerarası etkileşim, ırkçılık, sömürgecilik, yabancı düşmanlığı ve ekonomik sömürü gibi meseleler sürekli olarak işlendi. Böylece, bu edebiyat türleri marjinal toplulukların yaşadığı sıkıntıları görünür kılarken, aynı zamanda kültürel kimlik, dayanıklılık ve tarih bilincini güçlendirdi.
Göç, yalnızca bir coğrafi hareket değildir; ruhun da mecburi göçüdür. Türkiye’den Avrupa’ya, özellikle Almanya’ya akan işçi dalgası; insanların bedenlerini fabrikalara, duygularını ise şiirlere, romanlara ve türkülere bıraktığı bir tarih yarattı. Bu tarih edebî metinlerde “gurbet”i, yabancılaşmayı, emeğin çıplaklığını ve hiyerarşilerin sızısını şiirsel, öyküsel ve romanesk dille işledi — kimi zaman keskin bir öfke, kimi zaman hasretli bir şarkı, çoğu zaman da içe dönük bir ağıtla.
Fakir Baykurt’un adıyla anılan toplumsal gerçekçilik, köy romanından kente, oradan da göç deneyimlerinin duvarına çizilmiş bir kabartmadır. Baykurt’un gözlemi sert ve uyanıktır; bir cümlesi bunu özetler: “İnsan, seyrek başkaldırır, genellikle başeğer.” Baykurt’un romanları (ör. Yılanların Öcü) sinemaya da uzandı; metinleri Türkiye’nin toplumsal değişimini perdeye taşımak için tekrar tekrar uyarlandı.
“Düşlediği gibi değildi, asla değildi Almanya.
Bir tatsız yanı vardı, çürük patlıcana yada kurtlu elmaya benziyordu.”
Fakir Baykurt, Duisburg Treni, s.158, Literatür Yayıncılık
Fakir Baykurt, Türkiye’nin köy romanı geleneğini modern göç temalarıyla buluşturan nadir yazarlardan biridir. Almanya bağlamında önemi, esas olarak 1960’larda başlayan işçi göçü dalgasını edebî düzlemde belgelemiş olmasıyla öne çıkar. Baykurt’un romanları, sadece köy yaşamının sıkıntılarını anlatmakla kalmaz; göçmen işçilerin Almanya’daki yaşam koşullarını, dil bariyerlerini, kültürel yabancılaşmayı ve sınıfsal eşitsizlikleri de bir ayna gibi yansıtır.
Örneğin Baykurt’un Almanya’ya giden işçileri doğrudan konu edinen bazı öykü ve röportajlarında, göçmenlerin yalnızca ekonomik hayatta değil, sosyal ve psikolojik hayatta da zorluk yaşadıkları vurgulanır. Onun eserleri, Türkiye’deki okurlar için Almanya’daki “görünmez işçi” gerçeğini ilk defa toplumsal bir bilinçle ortaya koyan metinler arasında sayılır. Bu bağlamda Baykurt, göçmen işçi edebiyatının öncü ve referans yazarıdır; Almanya’ya giden işçilerin karşılaştığı yoksulluk, aidiyetsizlik ve kültürel yabancılaşmayı, samimi ve eleştirel bir dille kaleme alarak hem edebiyat hem de tarih açısından değerli bir arşiv sunmuştur.
Özetle, Baykurt’un göç kavramındaki önemi iki boyutludur:
1. Edebî boyut: Göçmen işçilerin iç dünyasını ve günlük yaşamını edebî bir dille belgeleyen ilk yazarlardan biridir.
2. Toplumsal boyut: Türkiye’de ve Almanya’da göçmen hakları, kültürel aidiyet ve sınıfsal eşitsizlik üzerine farkındalık yaratmıştır.
Bekir Yıldız, özellikle Almanya’ya göç eden Türk işçilerin yaşamını, umutlarını, hayal kırıklıklarını ve toplumsal sıkışmışlıklarını edebiyatın merkezine yerleştiren önemli bir yazar oldu. Onun eserlerinde göç, yalnızca fiziksel bir hareket değil; kimlik, aidiyet ve kültürel yabancılaşma ekseninde işlendi. Yıldız, özellikle “Alman Ekmeği” adlı kitabında, Türkiye’den giden işçilerin Almanya’daki iş hayatını ve günlük yaşam koşullarını çarpıcı bir gerçekçilikle anlattı. Kitap, göçmen işçinin emeğini, yalnızlığını ve yabancı bir ülkede var olma mücadelesini samimi bir dille gözler önüne serdi.
“Kadere inanmamış olsalardı, açlık sorununu memleketlerinde hallederlerdi. Almanya’ya gelmeye gerek kalır mıydı? Bilirsiniz, özellikle köleler, dinlerine ve örflerine bağlı yetiştirilir.
Yararlanıyorsunuz bundan da.”
Bekir Yıldız, Alman Ekmeği, s.97, Cem Yayınevi
Yıldız’ın metinlerinde sıkça rastlanan temalardan biri de kuşak çatışmasıydı. Göç eden işçiler ile çocukları arasındaki kültürel ve dilsel farklılıklar, kimlik sorunları ve aidiyet çatışmaları öykülerin merkezinde yer aldı. Yıldız, bu temaları işlerken dramatik unsurları ve gerçekçi betimlemeleri ustaca bir araya getirdi, okurun hem empati kurmasını hem de toplumsal farkındalık geliştirmesini sağladı.
Ayrıca Bekir Yıldız’ın eserleri, Almanya’daki göçmen toplumu için bir kimlik aynası işlevi gördü. Onun anlatıları, göçmen işçilerin deneyimlerini görünür kılarken, Türkiye’deki okurlar için de Almanya’da yaşayan işçilerin gündelik yaşamını ve karşılaştıkları zorlukları anlamaya olanak sağladı. Bu açıdan Yıldız, göçmen edebiyatının hem edebî hem de toplumsal hafıza açısından vazgeçilmez bir yazarı oldu.
Göç olgusu başka birçok yazar ve şairin eserlerinde de yer buluyordu. Nursel Duruel, özellikle kadın bakışı ve çocukluğun kırılganlığını göç kıskacında işledi. Geyikler, Annem ve Almanya gibi öykülerinde, göçün aileyi, çocukluğu, bekleyişi nasıl ördüğünü gösterdi.
“Ben bir su damlası gibiyim annemin yanında.”
Tezer Özlü ise daha bireysel, içe bakan ve varoluşçu bir dilin temsilcisi olduğundan; yalnızlık, özlem ve benliğin kırılganlığı onun ana temalarından oldu.
“Ben aslında sürekli özlüyor ve bir özlem durumunda yaşıyorum.”
Ancak Özlü’nün Almanya’da geçirdiği dönemleri de yazınsal çalışmaları arasında kendine yer bulmuştu.
Tezer Özlü, Yaşamın Ucuna Yolculuk
Belki de göçmen edebiyatının en az bilinen ama en simgesel ismi Semra Ertan ise 1956’da Mersin’de doğmuş bir Türk göçmeni işçi ve yazardı. 1972 yılında ailesiyle birlikte Almanya’ya göç etmişti. Almanca öğrenmiş, tercümanlık ve inşaat işlerinde çalışmış, aynı zamanda 350’den fazla şiir ve siyasi hiciv yazısı kaleme almıştı.
Özellikle “Mein Name ist Ausländer” (Benim Adım Yabancı) adlı şiiriyle tanınmış, bu şiir Almanya’daki yabancı düşmanlığını eleştiren önemli bir metin olmuş ve Türk okul kitaplarında yer almıştı.
26 Mayıs 1982’de Hamburg’un St. Pauli semtinde, artan ırkçılık ve yabancı düşmanlığını protesto etmek amacıyla kendini ateşe vermişti. Olaydan önce Almanya’daki medya kuruluşlarına telefon ederek bu eylemi gerçekleştireceğini ve amacının yabancıların insan gibi yaşama ve muamele görme hakkını savunmak olduğunu belirtmişti.
Ertan’ın ölümü Almanya’da ırkçılık ve yabancı düşmanlığına karşı geniş çaplı protestolara yol açmış, Hamburg’da yaklaşık 5.000 kişi sokaklara dökülmüştü. Semra Ertan, göçmenlerin karşılaştığı ayrımcılığa karşı sesini duyurmuş ve yazılarıyla önemli bir miras bırakmıştı.
Metinden Perdeye:
Edebî Mirasın Sinemadaki Yankıları
Türk göçmen-işçi edebiyatı, yalnızca kitaplarda kalmadı; Yeşilçam’dan yeni kuşak Türk-Alman yapımlarına kadar sinemada da yankı buldu. Orhan Kemal’in Gurbet Kuşları romanının 1964 film uyarlaması, iç göç ve şehirleşme temalarını gösterirken, sonraki yıllarda dışa göç ve Avrupa temaları da perdeye yansıdı. Almanya’da çekilen filmler, misafir işçi kuşağının kimlik mücadelelerini, dil kırılmalarını ve kuşak çatışmalarını işledi.
‘Almanyalı Yarim’ filmi, gurbet aşkını ve özlemi beyazperdeye taşırken, ‘Berlin in Berlin’ kimlik, cinsellik ve kültür çatışmaları üzerinden yeni bir göç hikâyesi anlattı. ‘Şirinin Düğünü’, işçilerin Almanya’daki yaşamını gerçekçi ve yalın bir biçimde yansıttı; ‘Polizei’ ise göçmenlerin Almanya’daki adalet sisteminde karşılaştıkları sorunları ve önyargıları sahneye taşıdı. Komedi damarından beslenen ‘Gurbetçi Şaban’, Kemal Sunal’ın oyunculuğuyla göçmen işçinin gündelik hayatını mizahla ele aldı; buna karşılık olarak Şerif Gören’in ‘Almanya Acı Vatan’, Tuncel Kurtiz’in ‘Gül Hasan’, Orhan Elmas’ın ‘ El Kapısı’, Tunç Okan’ın ‘Otobüs‘ isimli filmleri gurbetin karanlık yüzünü, yalnızlığı ve yabancılaşmayı dramatik bir anlatıyla ortaya koydu.
Xavier Koller’in ‘Umuda Yolculuk’ filmi, göçmenlik temasını uluslararası ölçekte tanıttı ve Oscar ödülüyle taçlandı; film, Türkiye’den İsviçre’ye uzanan umutsuz bir yolculuğun hikâyesini evrensel bir dram olarak sundu. ‘Sarı Mercedes’ ve ‘Geboren in Absurdistan’ gibi yapımlar, göçmenlerin hayallerini ve hayal kırıklıklarını simgesel imgelerle işledi. Tevfik Başer’in ’40 Metrekare Almanya’ filmi, dar bir mekânda sıkışıp kalan bir göçmen kadının trajedisini anlatırken, Almanya’daki misafir işçi kuşağının gerçekliğini güçlü bir şekilde perdeye yansıttı.
Tuncel Kurtiz, 1970’lerde Almanya’da gurbetçi işçilerin zorluklarını ele alan “Kazım Akkaya ve Naunyn Sokağı Sakinleri” filminde rol aldı. Film, 1975’te Berlin’de çekildi ve şair Aras Ören’in “Kazım Akkaya ve Naunyn Sokağı Sakinleri” kitabından esinlendi. Sosyal medyada yer alan ve 1978’de verdiği röportaj olduğu iddia edilen videolar aslında bu filmin sahnelerindendir.
Özellikle ‘Kara Kafa’ filmi, göçmen işçi sinemasında ayrı bir yere sahiptir. Film, Almanya’da yaşayan Türk işçilerin sosyal dışlanmasını, ırkçılığı ve kimlik mücadelesini sert bir gerçekçilikle ele alır. Baş karakterin yaşadığı sistematik ayrımcılık, göçmenlerin yalnızca ekonomik değil, aynı zamanda kültürel ve psikolojik olarak da nasıl dışlandığını gösterir. ‘Kara Kafa’, hem Türkiye’de hem de Almanya’da tartışmalar yaratmış, göçmen sinemasının öncü eserlerinden biri olarak hafızalarda yer etmiştir.
Yasemin Şamdereli’nin ‘Almanya – Willkommen in Deutschland (2011)‘ filmi, göçün mizah ve acı dengesini trajikomik bir şekilde sahneye koydu. Fatih Akın’ın ‘Duvara Karşı’, ‘Yaşamın Kıyısında’ ve ‘Paramparça‘ isimli filmleri, Feo Aladağ’ın ‘Ayrılık‘, Hüseyin Tabak’ın ‘Güzelliğin On Par Etmez‘ gibi filmleri de yeni jenerasyon göçmen yönetmenlerin ses getiren filmleri oldu.
Müzikte Gurbet, Türkü ve Yeni Sesler
Göçmenlik sadece sözle anlatılmadı; türkülerde, arabeskte, diaspora rap ve halk ezgilerinde de yankı buldu. İlk kuşak işçiler, memleket türküleri ve gurbet şarkılarını yanlarında taşıdı; bu müzik, hem hasreti dindirdi hem de toplumsal hafızayı canlı tuttu. Almanya’da gelişen Türkçe müzik pratikleri (düğün müzikleri, protest ve dayanışma şarkıları) aidiyet tesis etti ve yeni kimlik formlarına zemin hazırladı.
Türkiye’den Almanya’ya uzanan 60 yıllık müzik mirasının hikayesini, ırkçılıkla mücadele eden göçmenlerin isyanını sazla, sözle, rap’le, rock’la, düğün danslarıyla anlatan olağanüstü bir film. Cem Kaya’dan müzikli bir duygular tarihi. Tekrar tekrar, sesi sonuna kadar açarak izlenesi bir deneyim.
Dil, Aidiyet, Öfke ve Umut
Göçmen işçi edebiyatı yalnız anlatmakla kalmaz; adını koyar, kimliğe müdahale eder, görünmeyeni görünür kılar. Bu metinler sayesinde gurbet hem bir uzakta olma hâli hem de içsel bir yabancılaşma olarak kodlanır. Bu doğrultuda edebiyat, sanatın görsel ve işitsel gücüyle birleşerek dayanışma ve siyasal itirazın bir biçimine dönüşür. Baykurt’un dürüstlüğü, Yıldız’ın tanıklığı, Özlü’nün içsel matematiği ve Ertan’ın isyanı aynı göç şarkısının farklı notalarıdır.
Frankfurt’tan sevgilerle...
Türkiye’den Almanya’ya işçi göçünün 60. yılının anısına Almanya’nın farklı bölgelerinde yaşayan ve aralarında Almanların da bulunduğu sanatçılardan, Özdemir Erdoğan’ın ‘‘Gurbet“ türküsü yorumu
İlk görsel: Essen 1982: Türk bir aile memleketlerinde geçirecekleri yıllık tatillerine gidiyorlar. Henning Christoph/ullstein bild