menu Menu

Okumalar, Değinmeler

Babam çocukluğunda yoksulun önde gideniydi. Dersim Ovacık'ta önce yetim sonra öksüzdü. Hayata sıfırın altından, eksiden başladığı için çalışkan ve dirençliydi.

Babam çocukluğunda yoksulun önde gideniydi. Dersim Ovacık'ta önce yetim sonra öksüzdü. Hayata sıfırın altından, eksiden başladığı için çalışkan ve dirençliydi.

“1950’ler, yoksulluktan söz etmenin çok kolay olmadığı bir dönem. Bu, anti-komünizmin, siyaseti ve fikir hayatını çok ciddi bir biçimde etkilediği, Lenin’e  benzetilen resimler, orak çekice benzetilen şekiller gibi, ‘sefalet edebiyatı yapmak’ suçlamasının suçlananlar için ciddi sonuçlara yol açabileceği bir dönem.”

Bir önceki yazının son cümlesi şuydu : “Haftaya, Nurdan Gürbilek, Kemalettin Tuğcu, Orhan Kemal, çocukluğumun hafızası… Ortaya karışık devam edeceğim.”

Sözümde duracağım. Fakat önce 1956 yılında yapılmış söyleşileri derleyen Yoksul Evler adlı bir kitaptan söz edeceğim. Daha doğrusu Sırma Köksal’ın K24kitap.org adresinde yeralan, “Yoksul Evler” başlıklı yazısından alıntı yapacağım:

“Kor Kitap’ın Yoksul Evler adıyla yayımladığı kitap, Orhan Kemal, Oktay Rıfat, Melih Cevdet Anday, İsmet Yenisey ve Remzi Tozanoğlu’nun 1956 yılında yaptığı röportajlardan oluşuyor. Başta bulunan Demokrat Parti yoksulluğun adının anılmasını bile komünizm propagandası olarak yorumlayabileceği için Akşam gazetesinde bu adla değil de, “Çok Çocuklu Aileler” adıyla yayımlanıyor. (…) Yoksul Evler, 1956 yılında, yayla gibi Amerikan arabalarının şenlendirdiği yeni açılan bulvarların, hâlâ şapkayla çıkıldığı söylenen Beyoğlu’nun, sahipleri düşkünleşince satılmış köşk bahçelerine zarif villaların kondurulduğu Kadıköy yakasının, baharlarda erguvanlara bakılmaya gidilen Boğaziçi’nin ardındaki İstanbul’u anlatıyor.” (Yoksul Evler, Derleyen: Turgut Çeviker, Kor Kitap, 2023)

Kitabın girişinde Ayşe Buğra’nın kitabı ve dönemi anlaşılır kılan kıymetli bir ön yazısı var.  (Bu vesile ile Ayşe Buğra Hanımefendi ve Osman Kavala Beyefendi’ye saygı, sevgi ile selam ederim.) Tadımlık alıntılıyorum:

“1950’ler, yoksulluktan söz etmenin çok kolay olmadığı bir dönem. Bu, anti-komünizmin, siyaseti ve fikir hayatını çok ciddi bir biçimde etkilediği, Lenin’e benzetilen resimler, orak çekice benzetilen şekiller gibi, “sefalet edebiyatı yapmak” suçlamasının da suçlananlar için ciddi sonuçlara yol açabileceği bir dönem.”

Ve bir detay: “…hastalıkla yoksulluğun özdeşleşmişliğinin başka bir tezahürünü, yoksulların yoksul olmayanlarda uyandırdıkları hastalık korkusunu da görüyoruz. Oktay Rifat’ın anlattığı, Mahmutpaşa’da Çorapçı Hanı’nda bobin sararak yedi nüfusa bakan on dört yaşındaki Fethiye Savga’nın hikâyesinde, bütün bu unsurları bulabiliyoruz. Hikâyenin en çarpıcı yanı, Fethiye’nin solgun yüzünün,  veremli olabileceğini düşündürmesi üzerine, hastaneden sağlam raporu getirinceye kadar işten uzaklaştırılması ve kızın tedavi olmak için değil de bulaşıcı bir hastalığı olmadığını ispat etmek için hastane kapılarında sürünmesi. Burada, yoksulun toplumdaki yerinin son derece gerçekçi, gerçekçi olduğu ölçüde de çarpıcı bir anlatımını buluyoruz.”

Gazeteci-yazarlar ve edebiyatçıların katkıları

Ayşe Buğra,  sadece istatistiksel bilgiler aracılığıyla yoksulluğu tanımlayan yaklaşımların, yoksulların  görünmezliklerine, seslerinin  duyulmazlığına çare olmadığını söylüyor ve ekliyor: “Pek çok başka ülkede olduğu gibi Türkiye’de de bu yaklaşımla üretilmiş çalışmaların boşluğunu gazeteci-yazarlar ve edebiyatçıların katkılarıyla doldurmak mümkün olabiliyor.”

Benzer bir yaklaşımı İlhan Tekeli’de görmüştüm. Şunları söylüyor/ yazıyordu: “Yoksulluk son yıllarda hemen, hemen tüm uluslar arası kuruluşların gündeminde yer alıyor. Bir çok araştırma yapılıyor. Yoksulların miktarının nasıl ölçüleceği konusunda yöntemler geliştiriliyor. Çarpıcı miktarlarda yoksul bulunduğu hesaplanıyor. Yoksulların yaşam stratejileri araştırılıyor. Varlıklarını nasıl sürdürebildikleri ortaya konuluyor. (…) Bütün bu gelişmelere karşın yoksulluk konusunda söylenenler, uluslararası kuruluşların gündemindeki müzakereler, yapılan araştırmalar sonrasında çözümler konusunda oluşan söylem, söylenenle yapılan arasındaki farklılık, başka bir deyişle samimiyetsizlik, bende sürekli bir huzursuzluk yaratıyor.” 

(Yoksulluğu Düşünme Biçimimiz Samimiyet Sınavını Geçebilir mi? İlhan TEKELİ,  8 KASIM DÜNYA ŞEHİRCİLİK GÜNÜ 26. KOLOKYUMU YOKSULLUK, KENT YOKSULLUĞU VE PLANLAMA – TMMOB ŞEHİR PLANCILARI ODASI Ankara, 2002 + Gazi Üniv. Şehir ve Bölge Planlama Bölümü)

*

Artık Nurdan Gürbilek’in, o yılların “göz yaşartan ışığı” Kemalettin Tuğcu’nun örüntülerini çözen metnine dönebiliriz. Zamanı geldi:

“Tuğcu hikâyesinin görmüş geçirmiş ustaların, namuslu insanların oturduğu eski mahallenin methiyesi olduğuna bakmayın. Mahallenin apartmanların gölgesinde kaldığı, gecekonduların şehri kuşatmaya başladığı, yoksul çocukların iyi kalpli ustaların yanında değil, ‘el kapısı’nda çalışmaya başladığı yıllar bu yıllar. (…) Sadece merhamet duygusuna değil, insanın ayağının altındaki toprağın her an çekilebileceği endişesine, şehirde kol gezen yoksullaşma korkusuna da seslendiği için orta sınıf okurunu kolayca yakalayabilmiştir Tuğcu.” (Sessizin Payı, Metis)

Yukarıdaki “eski mahallenin methiyesi” kelimelerini ben kararttım çünkü tam da orada, mahalle denilen doku’nun daha eski hallerine geçiş imkânı var. Mesela Mithat Cemal Kuntay’ın Üç İstanbul adlı romanından bir geçit var:

(Sofular Mahallesi) “Burası güneşin, ayın bile güzelleştirmekten ümidini kestiği yerdi; geceleyin, karşısına dikilirse ağaç denen güzel şeyden insan bu mahallede korkardı. Esmer evler güneşli günlerde simsiyahtı. (…) Macide deminden beri iftiranın nereden çıktığını düşünmüştü. Senih Efendi erzağını Asmaaltı’nda toptan aldıgı için mahallenin bakkalı onun adı geçtikçe başını sallardı. Bu sallanan kafa, mahallede, Macide’nin aleyhine fena mana alıyordu. Zaten mahalle, güzel Macide’nin orospu olmasını istiyordu.” (Mithat Cemal Kuntay, Üç İstanbul, Oğlak Yayn.)

Fazla alıntı yazıyı bozar, kabul ediyorum. Fakat Kuntay alıntısı için dilimi tutamadım. Gürbilek alıntıları da biraz yer tutacak. Ancak Gürbilek’in düşüncelerinden, ifade edişinden etkileniyorum. Çağrışımlara, düşüncelere sebep oluyor. Mesela “Mahallenin apartmanların gölgesinde kaldığı, gecekonduların şehri kuşatmaya başladığı” ifadesi bana bir şeyler hatırlatıyor. Hatırladıklarımın biri Keşanlı Ali Destanı’ndan (Haldun Taner) koronun söylediği şarkı:  “Sinekli dağ burası. Şehre tepeden bakar. Ama şehir ırakta. Masallardaki kadar.”

Keşanlı Ali Destanı, filme çevrildi. (Atıf Yılmaz, 1965) Fatma Girik rol aldı. Gecekondu’nun penceresinden, şehrin apartmanlarına bakarak şarkısını söyledi: 

“Böyle mi geçecek ömrüm. Yetti be gaderin cevri. Bana günah değil mi? Batakta solan bir gülüm.”

Hakikaten de bu esnada, şehrin çok katlı yapı blokları, sert düşey çizgileri ile Sinekli Dağ’ın eğik, kıvrak çizgili, ortaya karışık mimarisine göre başka bir dünyaya ait oldukları hissini vermektedir.  O başka dünyaya hep birlikte katıldık. Onu arzu ettik, hızlandırdık, geliştirdik. Ama kamu yararı esasına göre düzenleyemedik. Mesela 1970 askeri darbesi hayatımızı kamu yararına düzenlemeye çalışan girişimlerin yolunu kesti ve kafalarını kırdı.

1960’larda uyaran, direnen sesler yok değildi. TİP vardı. CHP “ortanın solu” demeye başlamıştı. Ve füze krizi ve “Johnson mektubu” adlı krizler başımızın üstünde uçuşuyordu. Sovyetler Küba’ya füze rampaları yerleştirince ABD sert çıktı, Kruşçev de “o halde siz de Türkiye’dekileri sökün” dedi. Sonraki kriz “Johnson mektubu” idi ki Obama’nın beyzbol sopalı fotoğrafı gibi bir mektuptu. İsmet İnönü mektuba, “Yeni bir dünya kurulur, Türkiye orada yerini alır.” cevabını verdi.

Ben o zamanlar çelik çomak veya misket oynuyordum. Yukarıda yazdıklarımı sonradan öğrendim. Fakat Kennedy öldürüldüğünde (1963) annemin “Yazık oldu, iyi adamdı” dediğini hatırlıyorum. Annem gazetelerin sadece iri puntolu başlıklarını okuyabilirdi. Bu cümleyi kurabilmesi, evimize gelen üniversite öğrencilerinden veya politik birikimi olan misafirlerimizden duydukları ile mümkün olabilmiştir sanıyorum.

Ana akışa dönüyorum. Gürbilek’in aşağıdaki cümlelerinin bana hatırlattıklarına: “Mahallenin apartmanların gölgesinde kaldığı, gecekonduların şehri kuşatmaya başladığı, yoksul çocukların iyi kalpli ustaların yanında değil, ‘el kapısı’nda çalışmaya başladığı yıllar bu yıllar.”

Diğer hatırlamam şudur: Muhtemelen ilkokul birinci sınıftayım. Babam, annem ve ben, Kuştepe ya da Gültepe’ye gitmişiz. Yeni kurulmuş, gecekondudan ayrışmaya çalışan bir semt. Yolları toz çamur. Fakat sinema inşaatı var.

Buradaki “fakat” kelimesi, “yolunuz yok sinema neyinize” anlamında değil. Hayata sarılma biçimi, yaşama azmi olarak görüyorum sinema girişimini. Toz toprağın içinde bu azim, kâr elde etmenin yanısıra hayatta kalma enerjisi olabilir. Kâr elde etmenin hayata dair bir itici güç olduğunu biliyoruz. Fakat kamu yararını gözeten demokratik denetim yok ise bu güç hayatın kendisini itebiliyor.

Neyse, sinemanın girişi “pasaj”. Dükkânlar olacak, kira getirecek. Babam bu inşaatın hissedarı. Babam kendi emeği ile çalışan küçük girişimci. İstanbul meyve sebze Hali’nde köfte tezgâhı var. Hal, arı kovanı gibi bir yer. Pederim meyva, sebze sandıklarını ters cevirip uzun masalar yapmış, yanında bir iki delikanlı çalışıyor. (Hayal meyal hatırladığım tek karelik bir görüntü bu.) Müşteriler vızır vızır. Muhtemelen parayı böyle biriktirdi.

Sinema işine giren adam babamın aklını çeldi, parasını aldı. Annemin sezgileri güçlü, babam saf. Annemin ömrü babamı bu tür girişimlerden korumaya çalışmakla geçti. Babam, kendi kararlarını almak isteyen, bu nedenle anneme inat ters kararlar alan bir adam. Parayı vermiş belli ki.

Kim ki bu inşaatçı adam? Bir köftecinin birikimi, sinema, pasaj inşaat bütçesinin yanında devede kulak kalır.  İnşaatçının o paraya neden ihtiyacı var? Şimdi tekrar düşününce yanık kokusu alıyorum. O yaşlarda düşünemem. Çok küçüğüm. Seziyorum ve kaydediyorum.

İnşaatçı muhtemelen tanıdık biri. O da bir Erzincanlı olsa gerek. Hemşehrilik bir dayanışma biçimi olduğu kadar bir kerizleme biçimi de olabiliyor. Neyse Gültepe’deyiz (belki de Kuştepe idi). Annem, pederim ve ben, gidip adamı buluyoruz. Pederim hissesini geri almak, ayrılmak istiyor. Muhtemelen 1960 Mayıs’ının hemen sonrasındayız. Çünkü 1960 askeri darbesi (ihtilal veya devrim diyenler de var), pederimin köfte tezgâhını bozmuş. Sebebi, babamın kâğıt üstünde Demokrat Parti (DP) üyesi olarak görülmesi. Oysa DP ile ilgisi yok. DP mezardakileri bile üye olarak kaydetmiş. (Şimdi AKP de benzer şeyler yapıyor.)

Neticede pederim –adı ile Mustafa–  yatırdığı parayı geri alamadı. O yıllarda herkes Almanya’ya gidiyor. Kaçak işçi olarak gitti. 6 ay sonra annemi özlemiş olarak Avrupalı bir ceket ile bıyıksız olarak geri geldi. İlk ve son defa bıyıksız gördüm.

Yazıyı yanlara doğru esnetmiş ve kutsal ana akıştan ayrılmış, bir nevi günaha batmış olabilirim. Ama kendimi savunmama izin verin.

“Gürbilek’in düşüncelerinden, ifade edişinden etkileniyorum,  çağrışımlara, düşüncelere sebep oluyor” dediydim. İnsan, Gürbilek metinleri gibi kendine ait sesi olan metinlerde zihnen ve ruhen özgürleşiyor. Çağrışımlar ile yolculuklara çıkıyor. Gürbilek’in metinleri “yalnız bana bak” diyen metinler değiller.

Yoksulluk diye başladım yazı nerelere gitti geldi. (En sevdiğim şekil.) Haftaya kutsal ana akışa döneceğim. Nurdan Gürbilek’in, “Orhan Kemal’in yoksulluğa bakışını Tuğcu’nunkinden kalın çizgilerle ayıran şey ne?” sorusundan devam edeceğim.

*

Hikâye anlatıcısı Kara Hüseyin’den her fırsatta sözederim. En meşhur hikâyesi Atatürk ile Hitler’i at arabası ile gezdirdiği hikâyedir. Hüseyin, iki kara kısraklı arabası ile Unkapanı’nda beklerken yanına bir yaver gelmiş, “Paşa seni ve arabanı istiyor, misafiri var” demiş. “Hay hay” demiş Kara Hüseyin

“Orhan Kemal’in yoksulluğa bakışını Tuğcu’nunkinden kalın çizgilerle ayıran şey ne?” (Nurdan Gürbilek, Sessizin Payı, Metis)

Biraz daha açayım: “Büyük şehrin yoksul çocuklarının tek anlatıcısı Kemalettin Tuğcu değildi. Aynı yıllarda Orhan Kemal de yazıyordu. (…) bir çok kişi Tuğcu’yla Orhan Kemal’i aynı yaşlarda okumuştur. (…) Orhan Kemal’in yoksulluğa bakışını Tuğcu’nunkinden kalın çizgilerle ayıran şey ne?”

Cevaba bakalım: “İnsanların köyden Çukurova’ya, Anadolu’dan İstanbul’a doğru  yer değiştirdiği bir büyük toplumsal dönüşümün yazarıydı Orhan Kemal. Kapitalizm denen büyük dönüşümün insanların iç dünyalarında yarattığı şiddetli depremin, imrendirme ve utandırma stratejilerinin gerçekçi anlatıcısı. (…) Tuğcu’nun imrenme nedir bilmeyen ‘büsbütün başka’ çocuklarının yerini Orhan Kemal’de büsbütün başka olabilmek için macera romanlarına, kovboy filmlerine, gangster hikâyelerine sığınan çocuklar almıştır.” [Bizim mahalleden söz ediyor.]

(…) Tuğcu çocuğu kaderin kendisini bambaşka biri yapacağına inanır; Orhan Kemal’inki kaderi yenebilmek için bambaşka biri olmayı ister. (…) Orhan Kemal genç okurunu, acının bu dünyada ödül getireceği fikrine alıştırdığı  için değil, sonu hüsranla bitse de bir kaçış planına yer verdiği için yakalar. (…) Tuğcu çocuğu leke tutmaz bir fazilet malzemesinden yapılmışsa, Orhan Kemal’inki mahalleden yapılmıştır. (…) Tuğcu’nun efendi çocuklarının yerini Orhan Kemal de içlerinde bıçak gibi bir kıskançlık acısıyla dolaşan, ufacık bir kıvılcımla parlayıveren, kendilerine bakanlara ‘Ne bakıyorsun lan?’ diye diklenen (…) alıngan çocuklar almıştır.”

Alıngan çocuklar

İlkokul arkadaşım Angelo, Zeyrek-Arap mahallesinde otururdu. Okulda devamsızdı sonra hiç gelmez oldu. Semt pazarında karşılaştım. Limon satıyordu. Angelo alıngan ve sert çocuktu, ondan çekinilirdi. Selam verdim. Selam vermezsem kibir olurdu, ayıp olurdu. Hafif bir tebessümle aldı selamımı. Okulu bırakmış ve başka hayata geçmiş çocuk, okula devam eden çocuğun selamını alıyor. O esnada dünyaların ayrıldığına dair bir sezi var ikimizde de. Vedalaşmak gibi bir an. Abartmıyorum. Hafızam zayıftır oysa. Fakat bazı şeyler nedense kazınmış.

Gürbilek’ten devamla : “(…) Yine de esas fark hikâyenin sonuna ilişkindir. Tuğcu çocuğu hızlandırılmış yoksulluk okulundan pekiyiyle mezun olur, Orhan Kemal’inkiler sınıfta kalır. Tuğcu çocuğu iyi kalpli ustanın yanında bıkıp usanmadan çalışırken, Orhan Kemal’inkiler pres mkinesinin başında, kömür ambarında, helanın ıslak tahtasında uyuyakalır. Orhan Kemal’in hikâyelerinde ne mahalleli o kadar iyi, ne yoksullar o kadar lekesiz, ne de son o kadar mutludur. Tuğcu hikâyesi talihsizlikten talih, yokluktan kuvvet, kötülükten iyilik doğacağını müjdeler. Orhan Kemal hikâyesi bunca yokluğa rağmen insanla nasıl oluyor da iyi kalabiliyor diye sorar.”

“Tuğcu’nunki merhamet, Orhan Kemal’inki değil. Şefkat ama merhamet değil.” (N. Gürbilek, Sessizin Payı)

Kutsal ana akıştan ayrılıyorum. Çocukluğumda dolaşacağım. 

Orhan Kemal’in evi Unkapanı civarlarında iken, o sıralarda ben de oralarda bir yerlerdeydim. Orhan Kemal evine iki dakikalık mesafede, bir sokağın köşesindeki kahvede, pazar günleri babam, börekçi Karaman, belki sandalyeci Raşit ve muhtemelen bir Dersimli, Erzincanlı daha kağıt oynarlardı. Oyun masasının köşesinde kömürcü Kara Hüseyin yancı olarak oturur oralet içerdi.

Hikâye anlatıcısı Kara Hüseyin’den her fırsatta sözederim. En meşhur hikâyesi Atatürk ile Hitler’i at arabası ile gezdirdiği hikâyedir. Hüseyin, iki kara kısraklı arabası ile Unkapanı’nda beklerken yanına bir yaver gelmiş, “Paşa seni ve arabanı istiyor, misafiri var” demiş. “Hay hay” demiş Kara Hüseyin. Atatürk ile Hitler’i arabaya almış, Saraçhane’den su kemerinden döndürüp getirmiş.

Babam çocukluğunda yoksulun önde gideniydi. Dersim Ovacık’ta önce yetim sonra öksüzdü. Hayata sıfırın altından, eksiden başladığı için çalışkan ve dirençliydi. Kadayıf gibi bir kalbi, kendine göre bir Türkçesi vardı. Birgün, bir şeyler anlatırken şöyle dediydi: “Unkapanı’na bir gelin düşmüş, her yer kan revan içinde.” Annem çevirmişti: “Gelin alayı görmüş, çok kalabalıkmış.” (Bu örneği daha önce bir yerlerde verdim. Tekrar bulanlar hoşgörsünler lütfen.)

Çocuğuz, Baharda akasya ağaçlarının beyaz çiçeklerini yiyoruz. Mahalleden kör bir destancı geçiyor. Bir çocuk koluna girmiş, yol gösteriyor. Tek yaprak sarı kâğıda basılmış destan satıyor. Yaprağın bedeli 10 kuruş, bilemedin 25. Kör adam sattığı destanı nağme ile seslendiriyor. Sesi ciğer deliyor,  titriyoruz. Ses geçip gidiyor, uzaklaşıyor. O hali ile bile tüylerimiz diken diken.

Mahallede, geniş bir bahçe içinde bir tekke var. Bahçede meyve ağaçları. Bir kadın ve bir köpek koruyor bahçeyi. Meyve  çalmaya gireceğiz. Korkuyoruz. Ama girmemek ve korkak olarak adlandırılmak daha büyük korkumuz.

Biri dik diğeri yatay iki tahta parçasından mamul bilyalı arabalarımızla Bizans imparatorlarının, Osmanlı padişahlarının maiyetleri ile geçtiği yollardan geçip gün boyu şehrin altını üstüne getiriyoruz. Akşam alacasında eve dönüşlerde annemin uçan terliği hesap soruyor. Ben ki Saraçhanebaşı’nda, Zeyrek ile Süleymaniye arasında Roma su kemerleri üzerinden şehre bakmış adamım, terlik işi canımı çok sıkıyor.

Haftaya kutsal ana akışa dönüş ile Ayşe Buğra’nın, Kapitalizm, Yoksulluk ve Türkiye’de Sosyal Politika adıyla kitaplaştırılmış (İletişim Yayınları) çalışmasına değineceğim.

*

Geçmiş yıllara dair incelemeleri aktarmakla bir amacım, emek veren kişilere saygı anlamında, memleket boş değil anlamında. Diğer amacım, yoksulluğun/yokullaştırmanın bence kronik yapısını gösteren tarihsel derinliği görünür kılmak

Ayşe Buğra’nın, Kapitalizm, Yoksulluk ve Türkiye’de Sosyal Politika (İletişim Yayınları) adlı kitabının çerçevesi, muhtevası şöyle: 

Tek parti döneminin hayırseverlik anlayışı; “yardımı hak eden” ve “etmeyen” yoksullar ayrımı… İkinci Dünya Savaşı sonrasında sosyal politikanın kurumlaşması… 1980 sonrası: Sosyal refah rejiminin çözülüşü; Fakir Fukara Fonu, Yeşil Kart… AKP döneminin muhafazakâr liberalizmi ve hayırseverliğin “dönüşü” (İletişim Yayınları, kitap tanıtım sayfasından)

Turgut Özal’ın “ben zenginleri severim” cümlesini hatırlıyorum. Bu cümleyi aklımda tutarak Ayşe Buğra’nın (kitabın sunuşunda yer alan)  bazı cümlelerini cımbızlayacağım:

“(…) yoksulların varlığı toplumsal varoluşu nasıl etkiler? (…) Kapitalizmin ‘özgürleştirdiği’ emeğe özgü ‘modern yoksulluk’ olgusu, varlığı yoksul olmayanlarda ciddi bir rahatsızlık yaratan bir grup insanın ‘toplumun başına bela olmamasının’ koşullarını aramayı gerektirir. Yoksul olmayanların neredeyse içgüdüsel talebi, bunların göz önünden kaldırılması talebidir. Ama bu yerine getirilemez bir taleptir çünkü bu insanlar sadece toplumsal bir sorun değil, aynı zamanda ‘işgücü’dürler ve ekonominin işlemesi için varlıklarına katlanmak gereklidir. (…) Ama bu, hemen hemen her zaman ve her yerde, gergin, korkulu, rahatsız bir beraberliktir ve bu rahatsızlık sosyal politika tartışmaları içinde sürekli ortaya çıkan önemli temalardan biridir.”

**

Burada kesiyorum çünkü sonsuza doğru uzuyor. Bu satıra kadar gelebilmiş okuru kutlarım. Selam sevgi ile.

Bu yazılar, 2025 Mayıs ayında, “Okumalar, Değinmeler” başlığı ile P24Blog adresinde yayınlanmış yazılardır. Kulta için gözden geçirilmiştir.

İyi okumalar dilerim.


Önce Sonra

keyboard_arrow_up