O gece her şey belirsiz.
Ay, sokakları loş bir şekilde aydınlatıyor.
Palmiye ağaçlarının gökyüzüne kadar ulaştığı sahil yolunda yürüyorum.
Eski bir sahaf dükkânı görüyorum.
“Kimse var mı?”
“Hemen geliyorum!” diyor tok bir ses.
“İşte geldim, neye bakmıştınız?”
“Kitaplara.”
“İstediğiniz kadar bakın. Burada kitaptan çok ne var?”
Albert Camus’nun Yabancı’sını elime alıp soruyorum:
“Ne zamandır buradasınız?”
“Baba mesleği. İki kuşaktır buradayız.”
“Daha önce hiç görmemiştim.”
“Sadece görmek isteyenlere gözükürüz,” diyor.
Kitabı rafa koyarken eski bir kartpostal buluyorum.
Dışarıdaki palmiye ağaçlarına benziyor ama gökyüzünde dev akbabalar var.
“Nereden buldunuz?”
“Bazı fotoğraflar bulunmaz, hatırlanır.”
“Ne kadar?”
“Bir şey ödemen gerekmez. Eğer bitiremezsen, geri getir.”
“Bu sadece bir fotoğraf.”
Kartpostalı çantama koyarken dışarıyla göz göze geliyorum.
Aynı manzara.
Palmiye ağaçlarının altında akbabalar kanat çırpıyor.
Önce Sonra