menu Menu

Sivas Dolaylarından Kör Bir Ozan: Veysel

Bu topraklarda, onun sazının tınısı sustukça, biz, gerçekten görme yeteneğimizi kaybedeceğiz.

Bu topraklarda, onun sazının tınısı sustukça, biz, gerçekten görme yeteneğimizi kaybedeceğiz.

Bozkırdaki Çocukluk

Bir çocukluk anısı gibi yakalar Veysel’in sesi, uzaklardan, zamanın tozlu perdesini aralayıp. Oysa biliyoruz ki o ses, sadece bir sazın tınısı değildir. O ses, gözleri erken kapanmış bir dünyanın evrene bıraktığı en duru çığlık, en sarsılmaz yankıdır. Onun varlığı, klasik bir biyografinin kuru satırlarına sığmayacak kadar büyüktür. O, bir hikâye değil, ta kendisidir toprağın, yalnızlığın ve belki de en çok, körlüğün armağan ettiği keskin bir görüşün felsefesi.

Bu topraklarda çocuk olmak, daha doğarken hayatla bir pazarlığa girmekti. Kışın soğuğu, yazın kuraklığı; yoksulluğun ağırlığı… Veysel bu gerçekliğin içine doğdu. Hayat, Sivas’ın Şarkışla’sında, çiçek hastalığı denen o acımasız kederle başladı Veysel için. Yedi yaşında, dünya denen o renkli, hareketli sahne, onun için aniden kapandı. Bu, dışarıdan bakıldığında büyük bir trajediydi. Oysa Veysel’in yaşam felsefesi, trajediyi bir imkâna dönüştürmeyi başardı. Gözlerin kapanması, dış dünyanın gürültüsünü susturan, iç dünyanın sesini sonuna kadar açan bir anahtar oldu. O andan itibaren, Veysel’in gerçek hayatı görünmeyende başladı. Bir insanın dışı görmemesi, onu kendine doğru bir yolculuğa çıkarır. Gözler ne kadar kapalıysa, kalp o kadar uyanıktır, çünkü dünya, en çok gözün aldanışıdır. Gözleri olmayan bir ozan, dünyanın makyajını, cilasını, yalanını görmez. O, doğrudan öz’e dokunur.

Ne var ise sende bende,
aynı varlık her bedende.
Yarın mezara girende,
sen toksun da ben aç mıyım?

Ama babası, oğlunun karanlığına ışık aradı. Babası Karaca Ahmet, Veysel’in eline bir saz tutuşturdu. “Oğlum,” dedi, “bari gönlün açılsın.” İşte bu saz, bir çocuk için sadece bir müzik aleti değil, kaderin yeniden yazılışıydı. İnsan, en büyük kaybını yaşadığında ya içine kapanır ya da yeni bir kapı açar. Veysel’in gözleri kapandı, gönül penceresi açıldı. Hayatın karanlık anları, kimi zaman yeni bir ışığın habercisiydi.

Terk Edilişin Sert Gerçeği
ve Toprağın Sadakati

Kör bir çocuğun köydeki yaşamı kolay değildi. Çalışamaz, tarlada iş göremezdi. Yalnızlığına sazı yoldaş oldu. Diliyle söyleyemediğini tellerle anlattı.

Veysel, gençliğinde bir yuva kurdu ve büyük bir umut besledi. İlk eşi Esma, onun karanlık dünyasındaki nadir ışıklardan biriydi. Ancak karanlıkta yaşayan bir adamın hayatı, bazen fazla sabır isterdi. Bir gece, Veysel sazını alıp evden ayrıldığında, Esma onu bırakıp gitti. Ardında yalnızca boş bir oda bıraktı. Bu ayrılış, basit bir gönül hikayesi olmanın ötesindeydi. Bu, bir adamın insan denen varlığın faniliğini ve aşkın kırılganlığını deneyimlediği en keskin andı. İnsanların “kör Veysel” diye küçümsediği, yalnızlığa terk ettiği bir adamdı artık.

Bu alemi gören sensin.
Yok gözünde perde senin.
Haksıza yol veren sensin.
Yok mu suçun burda senin.

Bu terk edilişin ardından, öfkesine yenilmedi. Aşkın acısını kinle değil, sözle dillendirdi. İşte türkülerinde o kırgın ama bilge ses bu dönemin izlerini taşır. İyilik, insanın kötülük gördüğünde bile nefretle değil sabırla karşılık vermesidir. Veysel’in iyiliği, bir başkasının hatasını mazur görmek değil, kendi kalbini karartmamaktı. İnsan, kendini karanlığa teslim etmediğinde gerçek anlamda güçlü olur.

Veysel, aşkı ve sadakati yeniden tanımlamak zorunda kaldı. O, varoluşsal bir sığınak aradı. İnsan, yalan söyleyebilen tek varlıktı; oysa toprak, daima doğruyu söylerdi; bu yüzden, en sadık dost oydu. İşte bu derin acının ve sarsılmaz arayışın sonucunda, o meşhur dize doğdu: “Benim sadık yârim kara topraktır.” Bu, sadece bir metafor değil, bütün bir varoluş felsefesinin özetidir. Toprak, aldatmaz; toprak sabittir. O biliyordu ki, en nihayetinde herkes toprağa dönecektir; o halde, en baştan en sadık yâr ile dost olmak, en doğru olandır.

Cumhuriyet’in Işığında

Türkiye Cumhuriyeti kurulduğunda, Anadolu’nun dört bir yanında yeni bir umut filizlenmişti. Atatürk, halk ozanlarının sesini milletin sesi sayıyordu. İşte Veysel, bu iklimde sazıyla daha geniş kitlelere ulaştı.

1940’lı yıllarda Köy Enstitüleri’nde öğretmenlik yaptı. Görmeyen gözleriyle ama gören bir gönülle, gençlere saz çalmayı, türkü söylemeyi öğretti. Anadolu’nun çocukları, onun sazında hem kendi kültürlerini hem de insan sevgisini buldu. İnsan, kendi eksikliğini başkasının fazlasına dönüştürebildiği ölçüde değerlidir. Veysel görmüyordu ama gençlere görmenin en derin hâlini öğretti: kalp gözüyle görmeyi.

Hollanda Laursnskerk kilisesi, çanları ile
“Uzun İnce Bir Yoldayım“ı çalıyor.

Saz, Veysel’in eli, dili, güneşi oldu. O, sadece toprak ile konuşur, uzun ince bir yol ile yürür, dostlar ile dertleşirdi. İhtiyaç duyduğu her şey, elinin altındaki o tahta parçasında ve kalbinin ritminde mevcuttu. Bu, bir tür minimalist varoluş felsefesinin manifestosuydu. Modern dünyanın bizi boğan o çok şeye sahip olma hırsından ne kadar uzaktı!

Veysel, Sivas’ın köylerinden çıkıp bütün Anadolu’yu adım adım dolaştı. O, yolda olmayı, sürekli arayışta olmayı kutsadı. Oysa yolun sonu yoktu. Yolun kendisi, varış noktasıydı. Yürüdükçe, kendini bulurdu. Bu yoldaşlık, onun sesini ve felsefesini, Anadolu’nun vicdanı haline getirdi. İnsan, ölümsüzlüğü ararken aslında iyilikle iz bırakır. Âşık Veysel’in iz bıraktığı yer, şiirlerinin satırları değil; her satırda dokunduğu insan kalpleridir.

Her kim olursa bu sırra mazhar.
Dünyaya bırakır ölmez bir eser.
Gün gelir Veysel'i bağrına basar.
Benim sadık yârim kara topraktır.

Onun gözleri kapalı olduğu için, hiçbir zaman birinin derisinin rengine, giydiği elbiseye, makamına bakarak yargılamadı. O, sadece sesi ve yüreği dinledi. Bu, bize modern dünyanın en büyük dersini veriyordu: Ön yargılarımızın tamamı, görsel algımızdan kaynaklanır. Veysel’in eserlerindeki o yalınlık, o samimiyet, bu zorunlu içe bakışın, bu filtresiz algının bir sonucuydu.

Sivas’ın ufacık bir köyünde doğan, gözleri kapalı bir âşığın türküsü, zamanın ve coğrafyanın duvarlarını aştı. Onun sesi, sadece Türkiye’de değil, uzak ülkelerin radyolarında yankılandı. Bu nasıl oldu? Çünkü Veysel’in anlattığı, yerel bir hikâye değil, evrensel bir insanlık dersiydi. O, birleştirici bir dildi; sadece toprağa değil, bütün insanlığa duyduğu sevgiyi terennüm ediyordu. Onun barış, dostluk ve kardeşlik çağrısı, coğrafya dinlemiyordu. Körlüğün getirdiği derin eşitlik anlayışı sayesinde, Veysel’in müziği, görünüşlerin ötesine geçebilen herkesin kalbine ulaştı. Onun sesi, dünyanın gürültüsünde kaybolan ruhlara, görmeden de hissedilebilen bir vicdanın seslendiği en duru melodiydi.

Gün ikindi akşam olur,
gör ki başa neler gelir.
Veysel gider adı kalır,
dostlar beni hatırlasın.

Veysel’in mirası, bize sadece şiirler bırakmadı. O, bize basitliğin gücünü, kabullenmenin huzurunu ve içtenliğin sarsılmazlığını öğretti. O, karanlığı yaşayan, ama ondan en parlak ışığı çıkaran bir ozandı. Gözleri kapalıyken bile, bizden çok daha fazlasını gördü. Bu topraklarda, onun sazının tınısı sustukça, biz, gerçekten görme yeteneğimizi kaybedeceğiz.

Rus Müzisyen Evgeny Grinko‘dan
“Uzun İnce Bir Yoldayım”


Önce Sonra

keyboard_arrow_up