Bu yazıyı okuyorsanız büyük ihtimalle başlığımın sizi öğrencilik yıllarınıza götürmesinden dolayıdır. Hepinizin gözünün önüne gelmiştir o anlar. Türkçe ya da edebiyat öğretmenlerimiz, okutulan bir şiirin ardından “Eveeet, şair, burada ne demek istiyor evladım?” sorusunu sorar ve günümüzün moda tabiriyle tüm sınıfı “overthink” (yoğun düşünme) saatine sokardı. Tavana bakar, boşluğa bakar, önümüze bakar ancak bir türlü öğretmenimize bakmazdık çünkü bilirdik ki ona baktığımız an bize söz verecektir. Bize söz vermesin diye kim bilir ne çok kaygılanmışızdır… Artık anlıyorum ki kaygılanması gereken biz değil, edebiyat teorilerinden bihaber o öğretmenlerimizmiş. Gelin, bu yazımızı sözünü ettiğim kaygıyla tanışmış olan ya da tanışması gereken okurlarımıza, bir zamanlar o eski ve mutlu günlerimizde, böylesi zor sorulara Kemal Sunal’ın âşık olduğunda konuşamaması, nutkunun tutulmasına benzer cevap veremeyişlerimize ithaf edelim. Onca yılın ardından okul sıralarımıza dönelim ve bu kez biz soralım, “Evladım, şair, burada ne demek istiyor?”
“Şair biliyor mu ne anlatmak istediğini de ben bileyim hocam!” diyesim geliyor. Rivayet olunur ki bir gün üniversitede edebiyat dersine misafir olan değerli şair Paul Verlaine’a öğrenciler, “Bu şiirinizde ne anlattınız?” diye sorar. O da gülümser ve şöyle der: “Şiirimi yazarken bu söylediklerinizin hiçbirini düşünmemiştim…” Ama metin dünyası böyledir işte. Okurlar, şairinden bambaşka anlamlar çıkarabilir. Bize kalsa ne büyük talihsizliktir bu farklılık… Çünkü edebiyatın o çetin soruları, 2+2 gibi tek cevaplıdır, değil mi(!)?
“Şair ne anlatmak istemiş, evladım?”
“Hocam, şair, burada aşkı anlatmış. Dikenler sevda yolunda çekilen sıkıntılardır. Gülün tomurcuklanması ise âşığın sevdiğinden karşılık bulmasıdır.”
“Aferin, evladım!”
Bu mu edebiyat!.. Üç yaşımdan beri okullardayım. Edebiyat üzerine uzmanlaştım, nice yazılar yazdım. Bir günden bir güne böylesine safdilli olma gafletine düşmedim. Düşersem bırakırım bu işi, bir satır daha yazmam o günden sonra. Bu tür sorular sormak kadar bu tür soruları cevaplamak da bir o kadar safdilliliktir. Bu tür sorular üzerine düşünmek bile en hafif tabiriyle dil bilmemek, anlam bilmemek, edebiyat bilmemektir. Çünkü dil, anlam ve edebiyat üzerine biraz kalem oynatmış olanlar bilirler ki dil dizginlenemez, anlam sabitlenemez, edebiyat sınırlandırılamaz. Özetle METNİN NİYETİ KESİN BİR DİLLE OKUNAMAZ.
Peki, bu denli kaygan bir zeminde ne yapmak gerekir? Hiç mi konuşmayalım, şiirin anlamı üzerine hiç mi kafa yormayalım? Elbette, hayır! Tam aksine bugün anlambilim (semantics), yorumbilim (hermeneutics), göstergebilim (semiotics) gibi teoriler, tam da bu kaygan zeminde çalışırlar. Ancak bir farkları vardır bizden. Bu sahalarda çalışanlar; düşmekten korkmazlar, buzun kayganlığını dansları için kolaylık görürler. Biz ise titrek dizlerimizle bir yerlere tutunma çabasına girişiriz ve düşmemek için ne kadar uğraşsak da o kadar çok başımızı yararız.
İronik sohbetimizi fazla uzatmadan meramımıza gelelim. Evet evladım, biraz ders anlatacağım! Elimize aldığımız ve okumaya niyet ettiğimiz her edebî eserin niyetlerle kuşatılmış olduğunu unutmamak gerekir. Her edebî eser (roman, öykü, şiir vb.) üç tür niyet barındırır: Birinci niyet, kitabın sahibi olarak yazar/şairin niyetidir. Her yazar/şair, E. M. Forster’ın Roman Sanatı’nda söz ettiği üzere “önünde sonunda bir şey anlatır”. Anlatmak zorundadır çünkü o eseri yazma gayesi, tam olarak da anlatma isteğini yazma eylemiyle karşılama tercihinden gelir. Yazarak bir şey anlatan her yazarın içerikte de bir şey anlatma, bir şey aktarma “niyet”i vardır. Bu niyet, sözgelimi, mutlu sona ulaşamamış, yıkımlara yol açmış aşk ilişkileridir. Edebiyat tarihinde yazar/şairin en çok niyetlendiği konuların başında kötü sonlu aşk hikâyeleri gelir. Sabahattin Ali’nin Kürk Mantolu Madonna’da, Shakespeare’in Romeo ve Juliet’te, Özdemir Asaf’ın genel olarak şiirlerinde bu izleği, bu niyeti sıklıkla görmek mümkündür. Ancak bu niyetin okurla bağlantısı, okura aktarılması akılalmaz derecede problemlidir.
Yahya Kemal… Lise ve üniversite yıllarımı anımsarım. Yahya Kemal’in “Sessiz Gemi” şiiri bize hep “ölüm”ü anlatan bir şiir olarak açıklanagelmiştir. Gerçekten de şiir, ölümü anlattığı konusunda bizi kolaylıkla ikna etmektedir. Artık demir almak gününün gelmesi, meçhullüğe gidilmesi, elemler, siyah ufuklar, ağlayışlar, son gemiler, matemler, yetmezmiş gibi bir daha dönülmeyecekler gibi ifadeler; kendimizden son derece emin şekilde “Evet, bu şiir ölümü anlatmaktadır.” dedirtir. Gelgelelim, yakın geçmişte gün yüzüne çıkan bir belge, bu şiirin aslında Nâzım Hikmet’in annesi Celile Hanım’a yazılmış bir aşk şiiri olduğunu ortaya koydu. Böylece tüm edebiyat tarihi kitapları bir kalemde yanlışlanmış oldu. Hani, şair bu şiirde ölümü anlatmak istemişti hocam? Demek ki metnin anlamına ilişkin bazı temel teorik bilgilere sahip olmak edebiyat tarihinde haksız çıkmamak için değerliymiş…
Kendi kendimize muhalefet de yapalım, daha ikna edici olsun. Bu şiirde şair ölümü anlatmak istememiş olabilir. Ne yani, şairin ağzından bu şiirde ölümü anlattığını kim duydu? Gelgelelim, metin, ifadeleri ve gönderimleriyle gerçekten de ölüme işaret etmektedir. On yıllardır edebiyat derslerinde bu işaretler nedeniyle şiir ölümle ilişkilendirilmiştir ya zaten. Ne yani, ben metinden ölümü anlıyorsam ve diyelim ki şair de ölümü hiç düşünmeden aşka işaret ediyorsa bu çelişkide kazanan mutlaka şair mi olacaktır? Şiirin sahibi olduğu için son sözü hep o mu söyleyecektir? Okurun hiç mi farklı yorum hakkı yoktur? HAYIR!.. Öyleyse tam da bu noktada bir diğer niyete yani metnin niyetine geçmemiz gerekir.
Metin, her ne kadar onlarca ögeden oluşsa da ve her ne kadar onlarca iç ve dış bağlantıları olsa da özünde iki kapak arasında mevcut olan somut bir bütünlüktür. Bu bütünlük, yapısalcılara göre (ki ben de bir noktada hâlâ çok katı bir yapısalcıyım) üreticisiyle (şair/yazar) bağlarını koparmış, özerk bir yapıdır. Her metin, kendi biçimine ve kendi anlam evrenine sahiptir. Bir metnin, anlamlı hâle gelebilmesi ya da daha iyi anlaşılabilmesi için şair ya da yazarına ihtiyaç yoktur. Şair/yazarı olmasa da her metin kendi özerk yapısından aldığı güçle anlaşılabilir. Metin, yazıldığı andan itibaren üreticisiyle olan bağlarını kesme inisiyatifine sahiptir. Öyleyse “Sessiz Gemi” şiiri, Yahya Kemal’le her türlü ilişkisini keserek kendi içinde bir anlam evreni üretir. Bunu en iyi Cemal Süreya’nın şiirlerinde görürüz. Sözgelimi “Gül” şiiri… “Gül” bize cinselliği de anlatır, ölümü de… Çünkü şiirin “beyaz” sözcüğünü bu denli vurgulaması ve ardından “ellerinin bu kadar beyaz olmasından korkuyorum” dizesiyle “korku”nun belirivermesi, çok açık bir şekilde gösteriyor ki metnin cinsellik ve ölümle doğal bağları vardır. Belki de metnin üreticisi olan Cemal Süreya, “Ben bu şiirde ölümü anlatmadım.” diyebilir, tıpkı Yahya Kemal’in “Sessiz Gemi”de yapabileceği gibi. Öyleyse dersimizin en önemli cümlesiyle bu olasılığa cevap verelim: ŞİİRİN NİYETİ, ŞAİRİN NİYETİNİ AŞAR! Bunu METNİN NİYETİ, YAZARIN NİYETİNİ AŞAR şeklinde söylemek de mümkündür. Hiçbir metin; anlamını kurarken üreticisinden izin almaz, ona sormaz, biat etmez. Bir bakıma metin, üreticisi karşısında Brütüs’tür. Metin, üretildikten sonra önce kendi üreticisinin karşısına dikilir ve şöyle der: Evet, ben de Sezar!..
Son niyet ise bizim niyetimizdir yani okurun niyeti… Okur, o denli ihanetkâr, o denli sadakatsizdir ki üreticisinin karşısına Brütüs olarak dikilen metnin karşısına dikilir ve şöyle der: Evet, ben de Bürütüs!.. Yani bir ihanet, bir başka ihanetle sonuçlanır: okurun ihaneti… Okurun ihaneti hem Brütüs’e hem Sezar’adır. Okur, tutkuları gereği kimseyi tanımaz. Okur, alabildiğine özgürdür anlam çıkarmakta. Bir şiiri okuduktan sonra dilediği yorumu yapabilir. Ne şairine sadakat duyar ne de şiire… Gözü kimseyi görmez. Ben böyle yorumladım, der geçer. Umberto Eco, buna “aşırı yorum” diyor. Evet, okur, aşırı yorum hakkına sahiptir. Cemal Süreya’nın “ölüm ve cinsellik” bağlamında üretilen “Gül” şiirini okuyup “Ben, burada toplumsal değerlerin ötekileştirilmemesini, sahiplenilmesini görüyorum.” diyebilir. Şairi dâhil olmak üzere, hiçbir eleştirmen, hiçbir okur, hiçbir öğretmen “Böyle yorum mu olur?” diyemez. Okurun yorumu aşağılanamaz, reddedilemez, değersizleştirilemez. Elbette, makul yorum vardır, sınırları zorlayan aşırı yorum vardır. Ancak hepsi de yorumdur ve baştan kabuldür.
“Şair, burada ne demek istiyor evladım?” soruları işte tam da bu nedenlerle saçmadır. Bu sorunun doğrusu şudur: “Bu şiirden ne anlıyorsun evladım?” Evet, birbirine benzer ancak teknik ve teorik açıdan dağlar kadar fark olan bu iki soru arasında ikincisi seçilmeli, birincisi edebiyat tarihinden, hafızalardan ve anılardan silinmelidir.
Okur, metni anlamaya niyet eder. Ancak anlam için yorum sürecini başlattığında işe hiç de beklenmeyen misafirler müdahil olur: deneyimler. Her birey, dünyayı deneyimleriyle duyumsar. Her okur, metni deneyimleriyle yorumlar. Todorov ve Ducrot, buna “bireysel kodlama” diyor. Hiçbir yazılı kaynağa başvurmaksızın sözcükleri deneyimlerle ilişkilendirme işidir bireysel kodlama. Sözgelimi, “beyaz” cinselliği, ölümü, saflığı, temizliği ya da içkiyi anlatabilir. Bunlar izaha gerek duyulmayan apaçık çağrışımlar ve kodlamalardır. Ancak bir okur, “beyaz” sözcüğünden hareketle “kötü bir olay”ı anımsayabilir. Beyaz, onun için esenliksiz bir gönderime sahip olabilir. Beyazlar içinde bir gelinin düğün günü terk edilmesi gerçekten trajik bir deneyim olacaktır. Beyazla ilgili bu kötü deneyimler, beyaz sözcüğünün yer aldığı metinlerin o okur tarafından olumsuzlanmasına ve dramatik anlamlar çıkarılmasına önayak olabilir.
Denebilir ki anlam tekil değil, çoğuldur. Umarım, meramımı anlatabiliyorumdur. Anlam süreci, 2+2’nin bazen 3, bazen 33 olduğu bir evrendir. Çok nadiren 4 olur. Okurun tam da bu özgürlüğü nedeniyledir ki üstadım Roland Barthes ve Derrida’ların öncülüğünde yapısalcılık aşıldı ve post-yapısalcılıktan söz edilir oldu bir süredir. Post-yapısalcılara göre anlam askıdadır, ertelenmiştir. Çünkü okuma sürecinde anlamı her inşa edişinizde devamındaki sözcükler o yapıyı bir tekmede yıkar, yerine yıkılmak üzere yeni anlamlar inşa eder. Okumak, anlamı her sözcükte inşa etme ve her sözcükte yıkma eylemidir. Kitap biter, şiir biter; bu durumda dahi metni bir kez daha düşünmek, kepçeyi kerpiç evin duvarlarına hızla vurmak demektir.
Belki de anlam üzerine nihai söz söyleme cüretimiz saçmalıktan başka bir şey değildir. Anlam üzerine konuşulmaz mı? Elbette, konuşulur. Bir son olarak değil, bir süreç olarak. “Böyledir!” diyerek değil, “Bana göre…” diyerek… Bir varış noktası olarak değil, bir yolculuk olarak…
Bazen yolculuklar, gidilen yerden daha güzeldir…