menu Menu

Şükrü Erbaş: Toplumun Gözbebeğinde Dururuz Ama Yapayalnız Yazarız.

Şükrü Erbaş ile şiirin bilinci, dilin ahlakı ve toplumsallığı üzerine

Şükrü Erbaş ile şiirin bilinci, dilin ahlakı ve toplumsallığı üzerine

Şükrü Erbaş, Türk şiirinde insanın hem iç sesini hem de toplumsal belleğini en yalın ve en derin hâliyle birleştiren şairlerden biri. Onun şiiri, bireysel yalnızlığın içinden toplumsal vicdana, gündelik yaşamın içinden evrensel bir insani bilince uzanır.

Bu söyleşide, Kulta Genel Yayın Yönetmeni Hıdır Murat Doğan, Erbaş’la edebiyatın toplumsal işlevini, şiirin etik gücünü ve dilin insanla kurduğu varoluşsal bağı konuştu. Şiirin hâlâ bir direniş biçimi olup olamayacağı, dildeki yalınlığın ideolojik anlamı ve birey-toplum arasındaki o kadim gerilim, bu söyleşinin odak noktalarını oluşturuyor.

Biz etik-ideolojik olarak toplumun gözbebeğinde dururuz ama yapayalnız yazarız. 

© Kadir İncesu

Şiirlerinizde insanı, yalnızlığı, toplumsal adaletsizliği ve gündelik hayatın trajedisini sıkça duyumsarız. Sizce şiir, varoluşu estetik bir biçimde dile getirmekten öte, toplumsal bilinci dönüştürme potansiyeline de sahip midir? Başka bir deyişle: şiir, bir bilinç biçimi midir?

Tabii ki bir bilinç işidir ve bir bilinç biçimidir. Bir algılama, değerlendirme ve ifade etme biçimidir. Dilin anlam ve ses hazinesini, insanın heyecanları içinden geçirerek, dili günlük dolaşımının ötesinde yeniden kurmaktır şiir. Dil nasıl bir kolektif varoluş alanıysa, şiir de ne kadar bizim parmak izimizden oluşsa da bir kolektif varoluş ve bilinç biçimidir. Elbette bunu bireyin biricikliğini koruyarak ve içererek yapar. Valery’nindi sanırım: “Hiçbir şeye benzemeyen yoktur.” Şiir başta olmak üzere, hiçbir şey yalnızca kendinden oluşamaz ve hiçbir şey yalnızca kendinin amacı olamaz. 

Modern Türk şiirinde bireysel deneyim ile kolektif olan arasındaki gerilim belirgin bir izlektir. Sizin şiirinizde bu gerilim, bir tür “halkın iç sesiyle” bireyin iç sesi arasında kuruluyor. Sizce şiir, bireysel bir dil mi üretir yoksa toplumsal bir belleği mi dillendirir?

Ama bunlar birbirinden kopuk, birisi ötekini dışlayan iki alan değil ki… biz, önceden tanımlanmş, kodlanmış, anlamlandırılmış bir hayatın içine doğarız. Dünyayı böyle öğreniriz. Sonra bu öğrendiklerimizden yetersiz, yanlış, kötü bulduklarımıza karşı, bizi kısıtlayan, engelleyen, acı veren değerler silsilesine karşı yeni anlamlar, diller, yaşama değerleri yaratırız ve bunu şiir formunda hem kendimize hem başkalarına sunarız. İlginç bir diyalektik işler bu macerada; biz kendi sesimizle kendi ruhumuzun katmanlarına ne kadar inersek, o kadar da toplumun ortak bilinçaltına ineriz. Sonrası derinlemesine bir dil bilinci, dil tutkusu, bu tutkuyla yaşanmış bir dilsel varoluş sürecidir. Yoksa yankımızı kendimiz bile duyamayız. Toplumcu şiir bireyci şiir bağlamında bir soruya Necatigil, “toplum dediniz de sahi nerede başlar toplumun sınırları nerede biter, bireyin sınırları nerede başlar nerede biter” der.

© Kadir İncesu

Edebiyatın “işlevi” üzerine konuşurken, sanatı toplumsal dönüşümün öznesi olarak görmekle onu salt estetik bir alan olarak konumlandırmak arasında bir ikilik oluşuyor. Siz bu ikiliğe nasıl bakıyorsunuz? Şiirin toplumsal bir etik kurma gücü var mıdır?

İçeriği olmayan, bir gerçekliğe yaslanmayan, bir “meselesi” olmayan, deyim yerindeyse bir yokluğu biçimleyip duran bir “estetik” nasıl bir şeydir ki? Saussure’den esinlenerek, dil hiçbir zaman yalnızca sesle var olan bir varoluş bilgisi değildir. Anlamı çıkardığınız an sesi de estetiği de kaldırıp atmış olursunuz. Yıllar önce şairler tartışmışlardı, o tartışmada birisi “şiir bir şey anlatmamalı, sadece olmalı” gibi bir söz etmişti. Yalnızca sesten yapılan müziğe bile, renkten yapılan resme bile biz dilin anlamlarıyla bir anlam yükleriz.  

“Halkın seviyesine inmek”, “halkı yükseklere çıkarmak” ikisi de çok tehlikeli tartışma alanlarıdır. 

Dildeki yalınlık sizin poetikanızda sadece bir biçimsel tercih değil, aynı zamanda ideolojik bir tutum gibi görünür. Sizce dilin sadeleşmesi, halkın dünyasına yaklaşmakla mı ilgilidir, yoksa şiirin hakikate ulaşma biçimi midir?

Yalınlık, en karmaşık, bulanık, kapalı şiirlerden çok daha zor bir anlatım olanağıdır. Sanıldığı gibi var olanın, zaten çoktan söylenmiş olanın boş bir tekrarı değildir. Geçmişten bize kalan olağanüstü söz değerlerinin, yeni zamanların ruhundan geçirerek yeniden var edilmesidir. Çok kullandım, kullanırım, Dostoyevski “bana kendi uydurduğun bir yalana söyle seni alnından öpeyim” der. Biz, sanırım, var olduğu gerçek değişmiş bir söze, şiire, yaşantıya, yeni zamanın ve insanın ruhunu giydiriyoruz. O gerçeği yeniden var ediyoruz. Bunun için “gerçeğini” yitirmiş insanın kalbine ulaşacak bir sözle onun kapısını çalmak gerektiğine inanıyorum. Önce o kapıyı açalım, macera, buluş, derinlik, yeni anlamlar ondan sonra gelecektir. “Halkın seviyesine inmek”, “halkı yükseklere çıkarmak” ikisi de çok tehlikeli tartışma alanlarıdır. 

Günümüz toplumunda şiirin dolaşımı, artık kitle iletişimiyle, sosyal medya estetiğiyle iç içe geçmiş durumda. Sizce şiir bu yeni mecralarda hâlâ bir direniş estetiği kurabilir mi, yoksa bu alanlar şiirin dönüştürücü gücünü törpülüyor mu?

İki başlı bir etkileşim olduğu açık. İkinciden başlayalım, pek çok zeminde söyledim, ortalamanın beğenisi hem metinde hem algıda her zaman ortalama bir düzeyi, hatta daha aşağısını işaret eder. Paylaşılan pek çok şiirimsi, kötü paranın iyi parayı “piyasa”dan sürmesi gibi iyi şiiri ne yazık ki geriye itiyor. Bir söyleşide söylemiştim, sosyal medyada bir günde paylaşılan “şiir” sayısı ile şiirimizin yap taşı şairlerin yıllık kitap satış sayılarına bakmak pek çok şeyin boyasını dökecektir. Yine de şair bu ortalamaya gönül indirmiyorsa etkili bir buluşma alanı olacaktır sosyal medya. İyi yanına gelince… zamanın dili değişti, iletişim biçimi değişti, şiir de dahil hiç kimse bunun dışında kalamaz. Ve her zaman, her yerde bir direniş estetiği, kötülük ve şiddet karşıtı bir örgütlenme modeli, yolu yaratılacaktır. Yoksa yeni zamanlar, savunduğumuz her şeyi kimliksiz bir çöp yığınına dönüştürecektir. Hiçbir yanlış, susarak, zamanın dışında kalarak, geri çekilerek ya da ona dönüşerek değiştirilemez, iyileştirilemez.

© Kadir İncesu

Edebiyat kolektifleri bugün bireyselleşmiş kültürel üretim biçimlerine karşı dayanışma temelli alternatifler oluşturuyor. Sizce kolektif üretim, sanatın etik-politik potansiyelini yeniden açığa çıkarabilir mi?

Sanatın pek çok alanında “akım”lar dönemi yaşandı geçmişte. Çok farklı şiirler yazsalar da etik-politik-estetik bir yakınlık içinde yazmaya başlayan ya da sürdüren şairler, ressamlar, müzisyenler oldu. Ben, şiirle sınırlı söyleyeyim, bu dönemlerin kapandığına inanıyorum. Şiirini kuran her şair başlı başına bir “akım” oldu. Sonra, çok sesli korolar, tiyatrolar dışında sanatsal yaratıcılık çok özel bir etkinlik. Biz etik-ideolojik olarak toplumun gözbebeğinde dururuz ama yapayalnız yazarız. Başımızı kaldırdığımızda bütün bir toplumu, dünyayı görürüz, başımızı indirdiğimizde -yazma sürecinde- yalnızca kendi içimizi görürüz. 

Şimdiki zamanın geçmişten ve gelecekten oluştuğuna inanırım ben. 

Son olarak, şiirin sizdeki tanımı giderek “varoluşun dili”ne dönüşüyor. Bu bağlamda sormak isteriz: Sizce insanın kendini anlamasının son sığınağı hâlâ şiir midir, yoksa şiir artık yalnızca kaybolan anlamın yankısı mı?

Bir yankıdan söz ediyorsak, kaynak kaybolmamış demektir. Biraz uzaktadır ama bize geliyordur hâlâ taşıdığı ne varsa. Ben, insanın ağzından çıkan hiçbir şeyin boşlukta kaybolacağına inanmam. O söz, o ses, bir kültürel genetik olarak çağdan çağa, insandan insana geçerek bize ulaşır. Sadece biraz kulak kesilmek, biraz içe bakmak yetecektir. Şimdiki zamanın geçmişten ve gelecekten oluştuğuna inanırım ben. Son sığınak sözüne biraz kuşkuyla bakarak, elbette şiirdir, müziktir, resimdir, tiyatrodur. 


Önce Sonra

keyboard_arrow_up