Türk edebiyatında pek çok ezber vardır ve bunların çoğu da yanlıştır. İşte, bu yanlış ezberlerden biri eleştirmenlikle ilgilidir. Derler ki “Eskiden şair ya da yazar olamayacağını anlayıp edebiyattan da kopmak istemeyen tutkulu okurlar ‘Eleştirmen olayım bari.’ tavrıyla eleştirinin zorlu yolunu seçmişler.” Eleştirinin bu denli hafifsenmesi, aşağılanması, elbette kökünü tarihsel birtakım gerekçelerden alıyor. Şöyle dönüp geriye baktığımızda bizde eleştirinin olmadığını görürüz. Tarihte de yoktu, şimdi de “Yok!” diyesim geliyor. Şöyle mi desem: “Eleştiri, Türk edebiyatında dünkü çocuktur.” Namık Kemal’e kadar adı duyulmaz. “Var.” diyenler olacaktır. Onlar bir gerçekliğin değil, bir inancın ifadesidir. Zaten ezberlerimiz buradan doğar: inanç! Dinî hiçbir atıf içermiyor bu inanç. Türk edebiyatı özelinde bilmeden, araştırılmadan, nesnel ve bilimsel bir perspektifle bakılmadan tamamen öyle olduğuna inanmak istediğimiz için duyulan bir inançtır, o kadar… Aklıma ünlü düşünürlerden Paul Ricœur’ün “Eleştiri ve İnanç” kitabı geliverdi. Eleştiri ve inanç demişken bir kitap önerisi vermiş olayım.

Tarihimizin bazı yapısal özelliklerinden dolayı eleştiri türü bizde doğmadığı gibi bize ulaşması da 1860’lı yıllardan sonra olmuştur. Namık Kemal’in yazdığı “Lisan-ı Osmanî’nin Edebiyatı Hakkında Bazı Mülâhazat-ı Şâmildir” (1866) ile Ziya Paşa’nın “Harabat” eserine karşılık olarak kaleme aldığı “Tahrib-i Harabat” (1885), Türk edebiyatının ilk edebî eleştirileri olarak tarihe geçer. Divan edebiyatı döneminde yazılmış tezkireleri “eleştiri” olarak kabul edenlere saygı duymakla beraber bu tür yazıları eleştiri olarak kabul etmiyorum çünkü benim nazarımda tezkireler eleştiri esintileri taşısa da özünde biyografi kültürünün ürünleridir.
Eskilerin bir lafı vardır: “Edebiyat şiirdir, gerisi hikâyedir.” Gerçekten de Antik Yunan’dan günümüze edebiyatta başı hep şiir çekmiştir. Türk edebiyatından söz edilmeye başlandığı anda Tevfik Fikret, Ahmet Haşim, Yahya Kemal, Nâzım Hikmet, Orhan Veli, Melih Cevdet, Cemal Süreya, İlhan Berk, Ece Ayhan, Edip Cansever, Oktay Rifat, Attila İlhan, Fazıl Hüsnü Dağlarca, Haydar Ergülen, Tuğrul Tanyol, Hüseyin Ferhad gibi isimler aklımıza geliverir. Doğal bir çağrışımdır bu. “Acaba hangi sanatçılar aklımıza gelmeli?” diye düşünmeden kendiliğinden bir zihinsel akıştır. Beynimiz edebiyatı âdeta bu isimlerle kodlamıştır. Kuşkusuz, Orhan Pamuk, İhsan Oktay Anar, Yaşar Kemal gibi roman yazarları da çağrışımlarımız arasında olacaktır ancak gerçek şu ki: Şiir baskın orandadır çünkü şiir; dillerin en sanatsal yaratımı, zirvesi, edebîlikte varacağı son noktadır. Bu nedenle şiir hep öndedir.
Şiirin bu denli baskın olduğu Türk edebiyatında, eleştiri zaten zayıfken roman ve şiir eleştirisini karşılaştırdığımızda şiir eleştirisi yok denecek kadar azdır. Az demek bile bazen bana çok geliyor. Şiir eleştirisi olduğu söylenen yazıları bir inceleyin, tezkirelerden pek bir farkı yoktur. Ne demek istediğimi şimdi anlamışsınızdır sanırım. Tezkireler, benim kabulümde övgülerdir. Divan edebiyatı yıkılmışsa da tezkirecilik, varlığını sürdürmektedir. Açın kitap eklerini, dergi yazılarını, sosyal medya paylaşımlarını… Bakın! Dört başı mamur bir olumsuz eleştiri görebilecek misiniz? Evet, olumsuz eleştiri diyorum. Ezberciler, “Hocam, anlatım bozukluğu yapıyorsunuz. Eleştiri zaten olumsuz olur.” diyecekler. Bize Türkçe derslerinde hep böyle öğretildi maalesef… Böyle öğretmeye devam eden nice öğretmen vardır, kim bilir?.. Oysa eleştiri, hep eksiyi dile getirmez. Bazen artılardan söz etmek de eleştiridir. Bazen iyiyi, bazen kötüyü elersiniz. Neyi istediğinize bağlı olarak değişir bu eleme süreci. O nedenle yanlışımızı düzeltelim: Eleştirinin olumlusu da olur. Anlatım bozukluğu değildir bu. Fakat ne yazık ki günümüz Türk edebiyatında eleştirinin “olumsuz da olabileceği” unutulmuş! Herkes olumlu eleştiri arayışında… Yapıcı olacağız, diye diye samimiyetsizlik inşa ediliyor edebiyatımıza. Evet, eleştiri ne sadece yıkmaktır ne de yapmak… Eleştiri, Stendhal’ın yol boyunca gezdirilen aynasındaki buğuları silmek, görüntüyü netleştirmektir. Net mi görüyoruz? 125 derece astigmatımız var. Yapıcıyız ya!.. Tezkirecilik bu. Anlatım bozukluğu yapmıyoruz ama buna ne demeli? Belki de “edebiyat bozukluğu” demeliyiz. İlk kez benden duyun(!): Şaşıracaksınız ama eleştirinin olumsuzu da olur!
Galiba eleştirmen yok derken hep olumsuzu aklıma getirmişim. Olumlu eleştiri çerçevesinde bakıldığında ülkemiz eleştirmen kaynıyor. Ama negatif bakalım mı? Kan grubum da negatifken… Aklıma Can Yücel geliverdi:
“Ben ömrümce muhalif yaşadım,
Devletçe de menfi bir TİP sayıldım.
Onun için kan grubum RH NEGATİF”
RH negatifler buradaysa şiir eleştirmenliğinin birinci kuralıyla başlayalım. Ya kan grubunuz negatif olacak ki bu durum sizi büyük ihtimalle olumsuz eleştiriye yöneltecek ya da bir eserin eksik yanlarını, estetik açıdan kusurlu yanlarını görebilecek donanımınız olacak. Şiir eleştirisinin bizde yokluğunun esas nedeni, şiir estetiği üzerine çalışmalarımızın azlığıdır.
“Şiir eleştirisi yapacağım.” diyerek orta yere çıkılmaz. İşe önce Saussure’ün “Genel Dilbilim Dersleri”yle ve ardından Saussure ekolünü takip eden Rus Biçimcileriyle başlamalısınız. “Ama hocam, bunlar çok akademik!” demeyin. Edebiyat eleştirisi, izlenimci olsun olmasın, edebiyat biliminin birtakım ilkelerine uymak zorundadır. Çalışmalarınızı bu kapsamda yapmak zorundasınız. Evet, bir makale diliyle yazmanıza gerek yok. Denemenin son derece rahat üslubunu da benimseyebilirsiniz hatta bu çok daha iyi bir tercih olacaktır fakat üslubunuz, içeriği ve içeriği ele alış mantığınızı belirlemez. Ben, en akademik içerikleri son derece esprili bir dille anlatabilirim. İronik bir üslupla bu yazıda zaten bunu yapıyorum. Üslup ve içerik farkı, bize şiir eleştirisinin karakteri hakkında da bilgi sunuyor. Önerim, en ciddi meseleleri rahat bir anlatımla ele almanız. Çünkü bilgi ağır, anlatım akışkan olmalıdır. Şiir eleştirmeni “berrak derinlik” sunmak zorundadır. Uzun, ağır, ağdalı cümlelerle, sözüm ona filozofik hava kazanmak için anlaşılmaz cümlelerle yazmayın. Filozofik içeriklerinizi berrak anlatımlarla sunun. Çok hayır duası alırsınız. Öyleyse bir şiir eleştirmeni olarak tutulmayacak bir öğüt vereyim ilgililerine: Akademik terbiyeden geçmeli, edebiyat bilimini anlamalı ve anlaşılır bir üslupla dertler anlatılmalıdır.
Şiir eleştirmeni mesafelerin insanıdır. Ben “soğuk ve mesafeli” biriyim. Bunu övünmek için söylemiyorum. Toplumun çok da hoşuna gitmiyor ilk bakışta bu. Ancak edebiyat için övünülecek bir karakter, diye düşünüyorum. Şiir eleştirmeni şairle şiir arasına, kendisiyle şiir arasına ve kendisiyle şair arasına mesafe koymayı becerebilmelidir. Bu, hiç değilse etik ilkeler gereğidir. Aksi takdirde “samimiyetsizlik” paçalarımızdan akar. Dergiler “Şairi tanıyorum, aman incinmesin…” kaygılarıyla yazılan sözde eleştiri yazıları, “olmayanı olmuş” gibi gösteren söylemlerle dolup taşıyor. Bir tane doğru düzgün olumsuz eleştiri göremeyişimin kötü bir talih olduğuna inanmıyorum. Açıkçası aradığım ve ilke olarak koyduğum şartların da pek karşılığını bulacağını sanmıyorum. Çünkü donanım eksikliğimiz var. Akademisyenler edebiyattan anlamıyor, şair ve yazarlar edebiyat teorilerinden… Şiir eleştirmeni olabilmek için her şeyden önce eseri yalıtılmış olarak, her şeyden önce müstakil bir varlık olarak görebilmek gerekir. Bunun için yine, yeni yeniden Saussure’cü gelenekten kökenlenen yapısalcılığı okumak, bu tür teorileri derin bir şekilde anlayabilmek gerekir.
Şuna çok da gülerim, dürüstçe diyeyim, hiç ciddiye almam. Kibir değil. Yıllarımı bu tür ağır okumalara vermiş bir Sisifos olarak edebiyat ortamlarında yapısalcılık, postyapısalcılık vb. entel dantel sözler edilince çaktırmadan bu beylik lafları edenlerin hangi kitapları okuduğunu yoklayıveririm. Bakarım ki ne Propp var ne Todorov ne Barthes ne Derrida ne Tahsin Yücel… Ucundan kıyısından birkaç tali eser okunmuş, yetmiş. Ne şanslı ki birkaç tali okuması, bu ağır konularda söz söyleyebilecek otorite bahşetmiş kendilerine. Yazık… Okur da eleştirel olmadığı ve methiye kültürüyle geliştiği için o yazılanların, konuşulanların güdüklüğünü, yüzeyselliğini ve bariz yanılgılarını göremiyor. Galat-ı meşhur böyle doğuyor işte. Nur topu gibi!..
Lafı çok uzattım! Görüyorsunuz ki dertliyim. Hadi, son söz olsun: Şiir eleştirmeni yalnız bir adamdır (Adam cinsiyetçilik içermiyor; Sami dillerinde adam toprak ve insan/kişi anlamlarına gelir.). Bu yalnızlık düşünsel bir tercihtir ve tercihlerin en yücesidir. Yalnızlığı hem etik ilkelerinden hem de yapısalcılığından gelir. Yapısalcılık; bireyin metinle baş başa kalabilmesi, kendisinin ve metnin diğer tüm dış bağlantılarını kesmesi demektir. Bu, kuşkusuz bir edebî yalnızlık hâlidir.