menu Menu
Tahliye
Kimimiz sokakları süpürüyordu, kimi pazarda meyve tartıyor, bazılarımız parktaki bankta zaman öldürüyordu. Zamanın göz göre göre adam öldürdüğünü bilmeden kibirlenmekle meşguldük çoğumuz.
Anıl Çetinel Örselli N°3 / Yol, Öykü
Ücra Önce Yola Fırlatılan Atlar Sonra

Bir miktar salonumuz vardı bizim, biraz mutfağımız, az buçuk penceremiz. Hep bir miktar yaşıyorduk, fazlasına gerek yoktu. Odalar arası fareler… Duvara çakılı çiviler… Gelip söktüler herkesi buradan. Bizi kim olduğumuza bağlayan üç beş eşyayı da yanımıza almamıza izin vermediler. İçimizdekilere tutunduk ama izleri kayboldu yolda. Yükümüzü hafifletmek için anılarımızı döktük yollara. Yürüdük. Koştuk. Kaçtık. Bazılarımızı yakaladılar, onların dönemeyeceğini biliyoruz. Evleri de biliyor mudur? Bir haber eden olsa belki…

“Evler bekler.” der, Nazım da Neruda da… Bu ev bizi beklemiş midir döneriz diye, özlemiş midir? Sahi ne yaparlar sahipleri yokken merak ediyorum? Eskirler muhakkak! Ama eksik eskirler. Yaşanmışlıktan değil de yaşanamamışlıktan belki… Boruları da sıvaları da çatlar, içlerine bükülürler herhâlde. İnsan insana muhtaç da ev insana… Değil mi?  Şu kanepe misal: Nicedir anamın sıcaklığını görmedi, tatlı bir öğlen uykusuna yatılmadı üzerinde. Koridordaki aynanın sırrında yaşlanamadı babam, yatak üstlerinde buruşuk yorganlar serin uykularımıza serilemedi. Pencereleri de değiştirmek lazım. Açılıyor mu acaba hâlâ? Hah açılıyor şükür! Yandaki apartmanların yarısı boş, toz duman her şey! Pencereden pencereye atıştığımız komşular yok, aradaki boş arsada tepinen veletler yok, herkes göçüp gitmiş. Savaşta -ölürlerse teşhis edilebilsinler diye- çocukların kollarına isimlerinin yazılması gibi evlerin üzerine kapı numaraları değil isimleri yazılsa mesela… Yıkıntı olduklarında bulunabilsinler. Ben yıkıntı olduğumda bulunabilmek isterdim, yıkılmadan bulunabilmek… 

Gözün aydın, dönmüş seninki!” diyorlar. Kapımın kilidi nicedir dönmemişti ya, o ilk heyecanı anlatamam size. Ne zormuş başıboşluk, ne zormuş beklemesi bunca zaman. Üç gözüm var -üç nohut oda- hepsi aydın oldu, o içeri gireli beri. Eskiden çocukların renkli kalemlerle üzerine bulutlar, dağlar, güneşler çizdiği duvarlarıma dokununca gıdıklandım bir an. Sıvalarım ellerinden zemine dökülünce utandım. İsterdim ki bıraktığı gibi… Uzun bir tatilden dönünce yabancı gelir ya insana yuvası, o da şimdi el gibi bakıyor sağıma soluma. Koridorlarımda ürkek… Salonun kapısında meraklı bir çocuk sanki, demincek misafirliğe gelmiş de çekiniyor. Buyur ediyorum onu içeriye tüm sessizliğimle. Sen misafir değilsin, sen buralısın, burasısın!

Sıradan bir öğlen vakti uçakların uğultusunu duymuştuk sadece. Sen okuluna gitmiştin, diğeri işine, bir başkası sevgilisiyle buluşmaya. Kimimiz sokakları süpürüyordu, kimi pazarda meyve tartıyor, bazılarımız parktaki bankta zaman öldürüyordu. Zamanın göz göre göre adam öldürdüğünü bilmeden kibirlenmekle meşguldük çoğumuz. Gökyüzünden üzerimize yağan sayfalara şaşkınlıkla baktık. “Kimse -Mahmud değilse- bu kadar çok şiir yazmış olamaz.” diye düşündüm, “Kimse bunca kelimeyi sokağa atamaz.” Ne kadar da safmışım! “Yere düşen ilk sayfayı kim okudu acaba?” bunu merak ettim hep. Benimkinde de onlarınkiyle aynı şey yazıyor olamazdı, olmamalıydı, olmasındı! Belki… Yalın ayak bir velet aldı yerleri kaplayan kağıtlardan birini, koşarak anasına verdi. Kabahat de işlemedi ki neden böyle baktı suratına anası? 

“Şehir, birliklerimizce karadan ve havadan işgal edilmiştir. Güvenliğiniz için yarın öğle vaktine kadar evlerinizi tahliye etmeniz emredilir.”

Ellerimizle ağzımızı kapadık, gözlerimiz şaşakaldı yazana. Önce bir inkâr sonra biraz itiraz… Akşam herkes takkesini önüne koyup koyup düşündü. Takkeler hafiflediyse de başlar ağırlaştı. Gecelerce gizli gizli yayın yapan radyoyu dinledik, direnişçilerin çığlığı insanların evsiz, evlerin yalnız kalışına razı değildi sanki. Yarın ola hayrolalar ile başlayan uyur uyanık geceler yaşadık. Biz o zamandan beri hep geceyi… 

Evler tedirgin, kıpırtısız… Her bir tuğlasında bir niyet, her bir çatısında bir ninni saklı bu evler -bir felaket olursa- nasıl direnirdi, nasıl korurdu bunca insanı düşünsene? Beton olup sevdiklerinin üzerine -yıkılmaktan- korkmaz mı onlar? Bu yüzden gitsinler istiyordu çoğu, şehri terk etsinler… Aralarında konuşmaya bile cesaret edemediklerini fısıldıyorlardı geceye. Sen belki bir gıcırtı duydun veya borulardan gelen bir uğultu ama… Bu onların dilsiz dili! Bombalar sustuğunda, sessiz bir ağıt tutturduk beraber. Pencereler kırık, kapılar çarpık… Bir sarmaşık, evi ve bizi teselli eder gibi salonun duvarına tırmanmıştı. 

Geride bırakamayınca bir miktarlık odalarımızı, bir gece yine uğuldadı gökyüzü. Bu kez yataklar huzursuzca terk edildi. Geceleri çöplüklerin üzerinden süzülen martıların kanatlarıydı sanki sayfalar… En sertinden tahliye emirleri, “Direnmeyin.” temennileri… Şehrin çatılarına, sokaklarına döküldü. Sabahı bekleme lüksümüz yoktu! Kadınlar bohçalarına davrandı hemen, bebelerin kıyafetleri öncelikli! Kapı önlerinde sigara üzerine sigara yaktı benim gibi adamlar. Yüklü bir kervanla yola çıktık sabaha karşı, eskiden çocukların kahkahalarına açılan boş pencereler şimdi göçenlerin ardından öylece bakakaldı. Sınırı geçebilenlerimiz şanslıydı, evler hep bahtsız… Sanki kartondan yapılmışlar gibi bombayı gören yıkılıverdi. Ayakta kalanların -kalabilenlerin- gözü yolda kaldı. Düşünüyorum da… “Parçalanan… keşke…sadece… beton…” Ama evler bekliyor, biliyorum. Bombaların harap ettiği evler… Bekliyor! Pencereleri ile gözlüyorlar bitimsiz asfalt yolları. Ellerinde bavullarla şen şakrak bir kavuşma yaşanacağını zannediyorlar. Gittikleri gibi dönecek… Hiç de öyle olmuyor. Herkes değişiyor: sen, ben, ev… Kimileri bir daha uğramıyor. Bazı şeyleri nasıl da siliyoruz aklımızdan, hayret! Beklerken ne de güzel siliyoruz zihnimizden tüm sakat ihtimalleri. Bir babanın, şu meydandan, her gün başka bir parçasını topladığı oğlunun bedeni tamamlandığında döneceğiz belki. Oğlanı yatağına yatıracaklar, yekpare. Yüzündeki isi silecekler. Olsa olsa uyuyordur çünkü ev bile onu böyle biliyor, öyle tanıyordur. 

Döndüğüne sevindin sevinmesine de… Diğerleri nerede? Duvarlarına resimler çizen çocuklar, kanepede gün boyu sızlanan o adam, mutfakla salon arası mekik dokuyan kadınlar nerede? Bu nasıl gözü aydınlık böyle, bu nasıl kavuşmak? İki gözü iki çeşme… O cıvıl cıvıl motifleri postal iziyle solmuş halılardan birini yana savuruyor şimdi. Döşemeyi kanırtırken canın yanıyor. Hak ettin bunu, onu oraya saklamasına göz yuman sendin. Hatırla, belinden emaneti çıkartıp örtüye sararken bir sen görmüştün! “Yapma!” diyorsun, “Seni bunca beklemişken, daha yeni kavuşmuşken… Yapma!” Duyduğun tek el ateşin yankısı… Duyduğumuz tek şey bu!

Yıkıntıların arasında diz çöküyorsun. Yitenleri düşünüyorsun. Çocuklar gökyüzünden geçen uçaklara el sallamıyor artık, içlerinde hayallerinin cesetleri. Yıkık dökük bu evler de, sen de içinde ölüler saklıyorsun. Et toprağa karıştıkça o kesif koku dağıldıkça betonla kemik birleşiyor gitgide. Anılarından tahliye edilmeyenler; yaşıyor, ölüyor, yaşarken ölüyor. Beklemeden de olmuyor ama… umutsuz olmuyor. Düstursuz yürüyorsun evden hallice moloz yığınlarının içinde, bir bir bakıyorsun kapı eşiklerine… Kimi bavullar kimi de cesetler hâlâ içeride:

 hiç dışarı çıkmamış…

hiç gün yüzü görmemiş…

olduğu yerleri hiç terk etmemiş.


Önce Sonra

keyboard_arrow_up