menu Menu

Kar İzi

Bir kendini bilmezin dilinden dökülen o tek kelime, layık olan yere yağan Kar’a is bulaştırdı. O kar ki yüreğine düşen korla eriyip çamura karıştı. Bir balçığa dönüşüp ayağına dolandı da yürümeyi unuttu.

Bir kendini bilmezin dilinden dökülen o tek kelime, layık olan yere yağan Kar’a is bulaştırdı. O kar ki yüreğine düşen korla eriyip çamura karıştı. Bir balçığa dönüşüp ayağına dolandı da yürümeyi unuttu.

Babaanneme – Kar Anama…


Kar

Böyle de isim olur muymuş? Bir kıza böyle seslenmek de nereden çıkmış? Er aklı işte, önünü arkasını düşünmez. Yanan sacın altını harlayan ana kadının söylediklerini dinlerken babasının muzip gülümsemesine kıkırdamamak için iki eliyle birden olanca gücüyle ağzını kapatmıştı. Babası pala bıyıklarını oynatarak sessizce gitdiye işaret edince kıl çadırın önündeki gölgelikten uzaklaştı. Babası hallederdi, anasının gönlünü de alır tüm obaya da bu yeni adı kabul ettirirdi.

Kar

Böyle de isim olur muymuş?

Olmuş işte, asıl adını neredeyse unutmuştu. Kar kızım demişti ya koca adam. O bilmeyecek de kim bilecek neyin kime yakıştığını.

Kar kızım… Kar!

Tıpkı Torosların en yücesinin zirvesine kurulmuş, ayak değmemiş o pamuk beyazı taneler gibi… Göründüğü kadar masum, issiz, tozsuz… İçindeki ateşten bihaber, göründüğü kadar soğuk. 

Toroslar gibi…  

Büyüyüp genç bir kız olurken de o dağ kadar uzak o dağ kadar ulaşılmazdı.

Ulaşılmazlığı babasının ona verdiği isimden ve güçten mütevellit. O nedenle sert basar toprağa, dik bakar ufka ve boynu daha hiçbir ademoğlunun önünde eğilmemiştir. Bir evin tek kızı ya nazlanmıştır ama şımarmamıştır. Öyle basitlikleri kendine yediremez.

Kar

Babasının verdiği bu isim Akdeniz’in sıcak havasına da obanın sert iklimine de Kar getirmişti. Kişiliğinden kopup gelen o güçlü esinti bulunduğu her yeri nefes alınabilir bir hale dönüştürmüştü.

Babasının verdiği isimle kar kadar usul basar adımlarını, kar kadar sessizdir de aynı zamanda. Onu tanımak isteyenler ta gönülden bakmalıdır gözlerinin içine. Sakladıkları söylediklerinden fazladır. Savurgan değildir özünden görür. Sevdiğini de gözünün görmesini istemediğini de göğsünün içinde saklar. Baharda yerinde kıpırdanan, uyanışa öykünen tomurcuğu kendi yaşama hevesine benzetir de gizler mesela. Sonra taşkın akan dereyi kendi içinde koşturup duran atların coşkusuna benzettiğini de sır gibi saklar. O nedenle kelimeleri altın kıymetinde, cümleleri kuyum değerindedir. Sarrafı ise sarf etmeye değer bulduğunda dudaklarıdır.

Kar!

Nedir seni farklı yapan?

Güzellik mi?

Güzel değilsin ki, eğer olsaydın bu güzellik bedeninde eğreti dururdu. Fazlalığını yüksünen bir kambur kadar eğreti dururdu hem de.

Sendeki güzellikten ziyade bir kendini bilme, attığın her adımda ayağının altında uğuldayan gücün ve kendine güvenin… Göğe baktığında gözlerindeki derin saygı, karıncayı incitmeyişin… Seni sen yapan saçını savuran rüzgâra işveli gülüşün.

Siyah gözlerine nur indiren o gülüştür işte. Sıradan yüzüne eşsiz çizgiler katan çehrende uyanan o mahmur geriniştir.

İşte o gülüşü görenlerin sayısı bir elin parmaklarını geçmez.

Bir mel’un göz o gülüşü görmekle kalmaz unutamaz da…

Yasaktır, haramdır ancak niyet hizadan çıkmıştır bir kere.

“Kar’ım!”

Yabancı bir ses, hırıltılı bir boğukluğun içinden dalgalanıp kulağına geldiğinde yüreciği de ayakları gibi donuverip kaldı. Kahvenin önünde, yolun ortasında gökle yer birleşti de bedenini değirmen taşı gibi araya alıp öğüttüler. 

Ah Kar!

Nerde kaldı o toprağa sert basışlar, nerde kaldı fanilerin uzanmaya cüret edemediği o ulaşılmazlık! 

Bir kendini bilmezin dilinden dökülen o tek kelime, layık olan yere yağan Kar’a is bulaştırdı. O kar ki yüreğine düşen korla eriyip çamura karıştı. Bir balçığa dönüşüp ayağına dolandı da yürümeyi unuttu.

Dönüp baksa “Ne haddine mel’un!” dese. “Sana mı düştü adımı mundar etmek? Sana mı düştü ulaşamadığın ciğere itlik etmek?” 

Demez, diyemez. İtin dişlerine elini kendi isteğiyle veremez. Bilir canavarın dişlediğinin canavara ait olduğunu da içinden geçenler diline yapışıp kalır.

Kar, ter içindeki mintanıyla orada dikilmekte ve gözleri ökseye yakalanmış alaca bir kuş kadar acılı o sesin dalgalarıyla ezilen yüreğinin ses vermesini beklemekte. Donup kalmıştı ya hani ölmek istese yüreciği bu isteğe memnuniyetle boyun eğerdi. Fakat o çocukların çamurdan yapıp kuruttuğu şekilsiz bir bebek kadar taşa dönmüştü. Duvara fırlatılsa her zerresi dört yana dağılacak çamurdan bir bebek, kumdan bir bebek, bebeğe benzemeyen bir bebek, hiç büyümeyecek kalbi atmayacak bir bebek…

Kahvedekilerin kaba gülüşleri kulağına gelince daha bir tere battı. Saç diplerinden sızan tuzlu su kızaran yanaklarını pervasızca aşıp boynuna indi ve oradan da mintanında tek kuru yer bırakmadı. Güneşin öptüğü, babasının nasırlı parmaklarında şekillenen örgüleri de su içinde kalmıştı.

“Mel’un soyka!” diye zehirli bir tıslama bembeyaz dudaklarından döküldü.

Bir adım, n’olur sadece tek bir adım diye yalvardığı ayakları insafa geldi de kıpırdadı. Titreyen çenesini kaldırdı sonra dönüp arkasına bakmadan ilerledi. Dokunsalar dağılıverecekti. Kimse dokunmadı… Rüzgâr bile…

Oysa mel’unun dili dikenliydi, caniydi, acımasızdı. Rüzgâr kadar olamamıştı. Sokağın sonunda kaybolan kızın zayıf bedenine “Kar’ım olacaksın!” cümlesini bir taş gibi fırlattı.

Bedeninde, aklında ve kalbinde açılan görünmeyen kesiklerden akan kanlar sadece kızın görebildiği kırmızı izler bıraktı.

Geriye kalan yolu toprağı incitmekten korkarak adımladı. Birileri görse nasıl utanca battığını yüzünden anlayacaktı. Çektiği her nefesin bir zehir gibi ciğerine oturduğunu mendebur bir elin sahibinin gırtlağını sıka sıka Kar’ım olacaksın dediğini… Hem de evli olan bir mel’unun onu cümle aleme rezil ettiğini baksalar gözlerinden anlayacaklardı.

Adımları yola uyum sağladı lakin aklı yoldan çıkmıştı. Düşüncelerinde onlarca darağacı kurdu. Onlarca kez adının katilini astı yine de içi soğumadı. Yüreği köpüren bir deniz gibi kıyıları dövdü de içindeki yangını söndüremedi. Yeni baştan kurduğu darağaçlarının sayısı ona yirmiye elliye katlandı. Aynı yüze sahip bir orduyu defalarca idama mahkûm etti de hıncını alamadı.

Günlerce başı önünde ovalara, bayırlara yamaçlara derdinin tohumlarını ekti. Gecelerce o tohumları büyütecek suyu gözlerinden akıttı. Bodur çareler boy verdi de hiçbiri derdine derman değildi.

Dedikodu alıp başını gitti. Canavarın dişlediğini canavara yar etmek için el birliğiyle uğraşan diller hiç susmadı. Kıvrılıp büküldü, yeni yalanlara çok çabuk evrildi. Zaten kemiği de yoktu ya hepten zıvanadan çıktı.

Kar!

Babasının, atasının, ötesinin yüzüne bakamadı. Kayboluverip gitmek için çok dua etti. Babası bir dağdı, Karonun zirvesine sığınan küçücük bir kızdı. Bir çığa dönüşüp koca adamın ayakları dibine düştü. Çamurlu ayaklar yüreğine basıp geçtiğinde yapılacak tek şey olduğunu biliyordu.

Evden çıkışı ve kahvehanenin önünde soluğu alışı arasında sadece tek bir kere hıçkırmıştı. 

Gelip adamın karşısında durdu. Başka bir kadına ait bir adamdı, her gece onun koynuna yaslandığında yüzüne hangi yüzle bakabiliyordu? Çocuklarına ne diyecekti?

Kasılan omzunu geriye çekti. Bu, adının katilinin düşünmesi gereken bir sorundu.

Adamın gözlerinin içine içine baktı. Yüzündeki tiksinti veren esneme gülümseme olmalıydı zahir. Yine de mide bulandırıcıydı.

“Soyka Altılı! Mel’un Altılı! Geldim! Üzerine yıkılan o dağın karı olmaya geldim. Altında kalacağın o dağdan kopan çığ olacağım. Bu zamana kadar cehennemin sadece adını duymuşsundur. Ben sana onu yaşatmaya geldim!”


Önce Sonra

keyboard_arrow_up