© 2025 Kulta.
Gece, duvarların içine sinmişti. Radyatörün içinden gelen uğultu, sokağın diplerinden yükselen köpek havlamaları, tek tük geçen araçların kısacık far izleri… Hepsi, birbirinden kopuk gibi duran ses ve görüntüler, odanın içinde ağır ağır birleşiyor, kadının üzerine basan bir gölgeye dönüşüyordu. Uyuyamıyordu. Gözlerini kapasa da kapatmasa da aynı şey. İçe çöken bir ağırlık. Sanki yatağına değil, toprağa gömülüyordu.
Bu ağırlık, yalnızca gecenin değil, günlerin de ağırlığıydı. Gündüzleri bir şekilde üstünü örttüğü, işle, telefonlarla, küçük telaşlarla susturduğu şeyler, gece yarısı uykunun eşiğinde yeniden alevleniyordu. Bir tabak yıkanmadan kalmışsa, kitap yarım bırakılmışsa, birine söylenememiş bir cümle zihninde dönüp durmuşsa, hepsi gece olduğunda büyüyor, göğsünün ortasında bir kum yığını misali birikiyordu. Kadın bu yığını ilk kez hissetmiyordu; bazen otobüs camından dışarı bakarken, bazen bir misafirin ardından ev sessizliğe gömüldüğünde, bazense bir şarkının ortasında hiç beklemediği anda….
Annesinin sesi hatırına düştü. Çok eski bir yaz gecesinden, çocukluğundan kalma. Elektriklerin kesildiği, evin lambalarının birdenbire sönüp karanlığa gömüldüğü, yalnızca cırcır böceklerinin ve uzaklardan gelen köpek havlamalarının duyulduğu bir yaz gecesinden. Annesi yatağın kenarına oturmuş, alçak bir sesle masal anlatıyor.
“Uzatma şu ayaklarını kıbleye doğru. Gelecek diyorum.”
Çocukken buna gülerdi. Kıblenin nerede olduğunu bile bilmezdi ama annesinin o cümleyi kurduktan sonra sustuğunu, gözlerini başka bir noktaya diktiğini, odanın içine bir ağırlığın yayıldığını hatırlıyordu. Erkebit, annesinin sustuğu yerde başlıyordu aslında.
Sonradan anladı. O sessizlik, boş bir sessizlik sayılmazdı. İçinde yendiği bir kavganın tortusu vardı, dile gelmeyen öfke, ertelenmiş hayal kırıklığı, söylenmeden yutulmuş gözyaşı vardı. Çocuk bunu anlamıyordu, yalnızca göğsünde sıkışan o tuhaf duyguyu hissediyordu. Bazen annesinin gözlerinde donup kalan bakış, bazen babasının evin köşesinden taş gibi duran suskunluğu aynı hissi bırakıyordu. Erkebit belası, belki de ilk kez o bakışlarda büyümüştü.
Aradan yıllar geçti. Kasaba geride kaldı, şehirler değişti, evler, erkekler, sokaklar değişti. Sessizlik değişmedi. Kalabalık masaların ortasında bile vardı o sessizlik. Yüzlerce sesin, kahkahanın, şişe çınlamasının arasında bile birdenbire çöküyor, insanı yalnız bırakıyordu. Erkebit, çocukluğunda değil, kalabalıkların ortasında büyüyordu. İnsanların birbirine bağırmadığı, konuşmadığı, yalnızca sustuğu anlarda. Yalnızlık, boşluk değildi sadece; duyulması gereken bir sesin gelmemesiydi, sorulmamış sorular, açılmamış kapılar, hiç yazılmamış mektuplardı.
Kadın döndü; sola, sağa. Yeniden sola. Göğsüne görünmez bir taş bırakılmıştı. Kıpırdayamıyordu. Bağırmak istedi, dili damağına yapıştı. O an, karanlık odada, göğsüne çöken karaltıyı gördü. Başında fes, gözlerinde boşluk, ellerinde kocaman, içine çeken, yutan bir delik.
Asıl korkutan görüntü değil, tanıdıklık hissiydi. Yabancı değildi. Onunla birlikte gelenler zaten yıllardır zihninde dolaşıyordu. O boşluğun içine çekilen ne varsa, kendi hayatının tortusuydu. Söylenmemiş cümleler, yarıda bırakılmış kavgalar, kimseye anlatılmamış pişmanlıklar, yalnızlıkla taşlaşmış anılar. Erkebit, bütün bunların bedene çökmüş hâliydi.
Bir uğultu yükseldi kulaklarında. Çakır çukur bir ses, eski bir kuyunun dibinden gelen metalik bir inilti. Bağırmaya çalıştı ama nafile, zihninde yankılandı sesi. Dışarıdan bakılsa derin uykuda sanılırdı; oysa içeride kıyamet vardı.
Babasını gördü, sert bakışlarını. Yıllardır konuşmadığı kardeşini gördü, yabancılaşan yüzünü. Onu terk eden adamı gördü, geride bıraktığı gölgeliğini. Hepsi oradaydı. Erkebit, hepsini getirmişti beraberinde. Göğsünde bir hapishane gibi duran, yıllarca kaçtığını sandığı bütün hayaletler.
Bir an, çocukluğunun kasabasındaki taş sokaklardan geçtiğini sandı. Evlerin duvarlarına yaslanmış kadınları gördü, tütün kokusunu, sıcaktan erimiş asfaltı duydu. Yaz akşamlarında yere dökülen hortum suyunu, toprağın buğulu kokusunu, ağustos böceklerinin iniltilerini. O an annesinin yüzü belirdi: yorgun, suskun, kaderi kabullenmiş. Kadın o an anladı. Erkebit, sadece gecenin varlığı değildi. Annesinin sesi, babasının suskunluğu, terk eden sevgililer, kopmuş bağlar, taşınmış şehirlerdi.
Nefesi kesildi. Kalbinin atışını göğsünde bir çekiç gibi duydu. Artık kıpırdamasa da olurdu, çünkü zaten kıpırdayacak bir yer kalmamıştı. İnsan, kendi ağırlığının altında eziliyordu. Erkebit üzerine çökmüyor, onu kendi içine gömüyordu.
Bu ağırlığın hiç dağılmayacağını fark etti. İnsan sandığından çok daha az özgürdü. Çocukluk anıları, kopmuş bağlar, terk edilişler, söylenmemiş cümleler, hiçbiri geride kalmıyor, hepsi bir gölge gibi insanın içine siniyordu.
Sabahın ilk ışıkları perdeyi araladığında karaltı dağılır gibi oldu. Kadın gözlerini açtı, odada hâlâ lambanın sarı ışığı yanıyordu. Değişen hiçbir şey yoktu. Bir tek gölge çekilmiş, göğsündeki ağırlık kalmıştı.
Ayağa kalkmadı. Biliyordu, Erkebit gitmez. İnsan, ancak onunla yaşamayı öğrenir. Bazen, en derin sessizliklerde, en dar anlarda, o ağırlık insana kendisini hatırlatır. Belki de hayat dediğimiz kabus, o ağırlığı gırtlağında hissederken nefes alıp vermeyi becerebilmektir.