Hastane odası değil burası,
Ruhların bekleme salonu.
Ne içerisi dışarıya benziyor,
ne zaman zamana.
Duvarlar dua gibi sessiz,
ışık kutsal bir yara gibi akıyor üzerime.
Ben, sanki unuttuğu çocukluğunu arayan bir ruhum.
Kendimi arıyorum,
buldukça kayboluyorum.
Serumdan değil, sessizlikten besleniyorum.
Damarlarımdan kan değil, pişmanlık akıyor.
Bir hemşire geçiyor
beyaz bir melek mi, yoksa ölümün habercisi mi,
ayıramıyorum.
Eteğinden bir dua düşüyor yere,
“İyileşeceksin” diyor.
yere değil kalbime değiyor.
Tavan, gökyüzüyle aynı renkte.
Işığa bakıyorum,
içinde çocukluğum uyuyor.
Bir beşik gibi sallanıyor ışık.
“Uyandırma,” diyorum kendi kendime,
Her uyanış biraz daha eksiltiyor beni.
Yatağım bir gemi,
beyaz çarşaflar dalga.
Bir yerlere gidiyorum ama kimse sormuyor nereye.
Hemşire nabzımı ölçüyor,
ama kalbim başka bir dünyada atıyor.
O dünyada annem dua ediyor,
ben kendi mezar taşımı dinliyorum.
Bir rüya görmüş olmalıyım.
Çünkü içeriye kar taneleriyle melekler giriyor.
Ayak sesleri kutsal, nefesleri ılık.
Biri kulağıma eğiliyor:
“Dönmek istiyorsan önce kör olman gerek,” diyor.
Gözlerimi kapatıyorum,
ışık içimden geçiyor.
Bir anda her şey beyazlaşıyor,
sonra beyaz bile yok oluyor.
Karanlık, Tanrı’nın kalbinden düşen bir perdeye dönüşüyor.
Orada bir çocuk ağlıyor.
Sesini duymuyorum ama o benim biliyorum.