Ayağa kalktı, elinde sırt çantası “Gidiyorum” dedi adam. “Şimdi mi?” diye soran gözlerle bakıyordu kadın. Aslında kaç gün önce söylemişti adam, hatta kaç yıl! Bu ilişkiye başladıkları gün, “Ben bağlanamam, bir gün mutlaka giderim.” demişti. Demişti ya, bir umuttu işte; belki milyonlarca kadının birbirinden habersiz, elbet değişecek umuduyla bel bağladığı kaçıncı milyoncu erkekti kim bilir? Ve bütün erkekler gibi o da kendi özüyle gidiyordu işte.
Adamın elindeki çantaya gözü kaydı kadının. İlk tanıştıkları günkü çanta, “Bana bel bağlama.” dediğindeki çanta… “Her şey ilk günden belliymiş ama yadsımışım.” diye düşündü kadın. O zaman fark etti adamı hiç tanımadığını. Neden kökleşemediğini hiç sormamıştı. Sanmıştı ki onunla kalırsa bağlanır, o farklıydı, muhtemelen adamın tanıdığı hiçbir kadına benzemezdi. İstediği bir şey yoktu ki. Tek istediği sevmek, sevilmek.
Peki, bu adamın istediği neydi? Aradığı, bundan farklı ne olabilirdi? Gittiği yerde yine üç aşağı beş yukarı bunları yaşamayacak mıydı? Yoksa kökleşememe dediği kaçmaya bahane miydi?
Hâlbuki cesaret edip sorabilseydi belki hak vermese de anlayabilecekti adamı.
Adamın babası uzun yol şoförüydü, annesi terziydi ve bir gün bir adama takılıp gitmişti. İki çocuğunu bile gözü görmemişti. Baba eve döndüğünde küplere binmiş, etrafı kırıp dökmüş, sonra iki çocuğuna sarılarak ağlamaktan başka bir şey yapamamıştı. O zaman başlamıştı adamın yolculuğu, küçük kız kardeşine bakmanın yükümlülüğü ile başlayan ağır hayat yolculuğu…
Baba kısa sürede tekrar evlenmişti. Asıl sebep çocuklarına bakacak birinin olmasıydı. Konu komşunun elbirliğiyle kocası ölmüş dul bir kadınla evlenmişti. Üvey anne bakımlı bir kadındı. Güzeldi. Hani insanın kalbinin güzelliği yüzüne vururdu, bunun vurmamıştı. Yüzünün güzelliği kalbinin karasını örtmüş ve güzel üvey anne şiddeti, yalanı getirmişti hayatlarına.
Adam, işte en çok bu zamanlar gitmek istemişti. Babası gibi gidip gidip dönmek ya da annesi gibi gidip hiç dönmemek… Yapamazdı çünkü küçük kız kardeşini korumalıydı. Bunu ondan kimse istememişti ama o kendi çaresizliği üzerinden ona sahip çıkmıştı. Keşke biri de ona sahip çıkabilseydi. O kardeşinin neler yaşadığını görüp kollayabildi, keşke biri de onu görüp kollayabilseydi.
Babaya ise hiçbir şey anlatmadılar, anlatamadılar. Ne şiddet gördüklerini ne aç bırakıldıklarını ne de diğer bütün öteki kötülükleri. Hatta üvey annenin başka erkeklerle… Neyse işte, hiçbir şeyi anlatamadılar. Korkuları sadece üvey annenin yaptıkları ve tehditleri değildi, ya bu da giderse… Hiç değilse yalnız değillerdi.
Böyle yıllar geçmişti. Adam; evlerine uzanan yola gözlerini diker, beklerdi. Babanın yoldan dönüşünü beklerdi ama en çok annenin dönmesini özlerdi. Ve bir gün bu yoldan çekip ardına bakmadan, her şeyi ardında bırakarak gitmeyi beklerdi. Ah, şu küçük kız kardeş olmasaydı… Onu bırakamazdı. Annesinin onlara yaptığını o, kardeşine yapamazdı. Yapmadı. Ama kız kardeşi büyüyüp serpilince bir gün ardına bile bakmadan sevdiği oğlanla gitti. Çünkü üvey anne onları el ele görmüş, babasına söylemekle tehdit etmiş, o da işi kaçmakta bulmuştu.
Adam, yıkıldı. Çıkıp aramadı bile, bu terk edişler tek yönlüydü onun hayatında. Yola baktı, sanki “Ne duruyorsun?” diyordu yol… Bunca zaman istediği bu değil miydi? Artık onu burada tutan ne vardı? Baba geldiğinde ve ortalık durulduğunda “Gidiyorum!” dedi. Ve bu, onun tüm gidişlerinin ilk gidişi oldu.
Gitmek isteyip gidemediğini sığdırdığı ömrünü azat etti ve hep gitmeyi kolladı. Hep gitti!
Hiçbir kadına neden gittiğini anlatmadı. Hiçbir kadının ne yaşadığını merak edip sormadı. Çünkü biliyordu ya da bildiğini sanıyordu. O gitmese kadınlar zaten gidecekti. Bu kadına da sormadı. Sorsaydı belki onunla kökleşmeyi denerdi kim bilir? Sorsaydı öğrenirdi:
Kadın, mutlu evliliği olan bir çiftin çocuğuydu. Türk filmlerindeki pembe panjurlu ev modundaydı hayatları, evleri her ne kadar pembe panjurlu olmasa da… Lise yıllarında annesi amansız bir hastalığa yakalanmış ve kısa sürede mecburi bir yolculukla ayrılmıştı hayatlarından. Babası o kadar düşkündü ki eşine; onun gidişine alışamamış, felç geçirerek yatalak kalmıştı. Kadın, evin tek çocuğuydu ve babasına bakmak için zar zor liseyi bitirmiş sonrasını da okuyamamıştı. Eşin dostun yardımıyla bir işe girmiş ve yine eşin dostun desteğiyle babasıyla ilgilenmişti. Bir sevdiği vardı. Babasını bir huzurevine bırakarak kendisiyle evlenmesini istedi diye sevdiğini gözünü kırpmadan terk etmişti. Özellikle bu süreçte ama esasında her zaman bir kardeşinin olmamasına üzülmüştü. Kendine bir destek, bir dayanak aramıştı.
Adamla tanışması da babasını kaybettiği bir iki ay aralığındaydı. Sonunda aradığı destek, dayanak birden hayatına girmişti. En azından o böyle hissetmişti. Her ne kadar adam köklenemem dediyse de, kadın köklenmeden yaşanmazı bildiğinden umudu yüksek bu yola çıkmıştı. Şimdi ise yolun sonundaydılar. Kendi yollarının sonu, belirsiz yolların başı…
Yaşamlarını hiç konuşmamışlardı. Konuşsalar yine ayrılık olur muydu? Kim bilir? Ancak hiç değilse gitmek bu kadar sıradan olmayabilirdi. Bu, can yakıcıydı. Adam bir gün terk edilme korkusuyla kaçıyordu, kadın bir gün kökleşme umuduyla yaşıyordu.
Ve adam yol olup gitti. Ardından baktı kadın, yüreği çığlık çığlığa haykırıyordu: “Gitme!”
Ve kadın; bir ömür o yolu gözlemek, ya gelirse umudunu içinde çürütmek korkusuyla bir gün evi satıp kimsenin bilmediği bir yolculuğa çıktı.
“Esasında güzel bir hikâye yazacak olan bir çift, birbirlerini hiç tanımadan yollara yüklendiler. Hiç tamamlanamadılar!” diye bitebilir belki hikâye ama neden öyle olsun ki?
Yollar tamamlanmak içindir!