menu Menu
Vicdan Çarpması
Bu tarifsiz ve ızdırap dolu hisler ruhumu kemiriyordu. Tüm düşüncelerim de hislerim gibi donmuştu. Bir an önce güneşin doğmasını istiyor ve karşımda duran bu toplumsal ceset prototipi ailesine teslim edip, uzun süre kimse ile görüşmek istemiyordum artık.
Meki Ekin N°3 / Yol, Öykü
Karşı Pencere-Tokyo Sonatı ve Biraz da Yamuk Bakmak Önce Tamamlanmak İçin Sonra

Dün gece, uzun zamandır pazar kahvaltısı yapmadığımı fark ettiğimde erken uyumaya karar verdim. Sabahın ilk saatlerinde kimsenin uykumu bölmemesi için telefonumu sessiz moda alıp saat 00.00 sularında yatağa girdim. Ne hikmetse yatakla olan savaşım uzun sürmemiş ve hemen uykuya dalmışım. Sabah gözümü açtığımda iyi bir uyku çektiğimi fark ettim. Normalde uyandığım gibi telefonuma sarılır, balkona geçer, sigara yakardım ama bu sabah öyle olmadı. Önce lavaboya gittim ve elimi yüzümü yıkadım. Suyun serinliği yüzüme her çarptığında kendimi daha iyi hissediyordum. Balkona geçtim, sigarayı aldım fakat yakmaktan vazgeçtim. Kahvaltı öncesi ağzımın tadını bozmak istemedim. Bugün Konyaaltı Sahili’nde, arada uğradığım kahvaltıcıya gitmeye karar verdim. Sırf Bitlis’ten getirdiği kavurma ile yaptığı yumurta için bile gidilirdi. Duş alıp üstüme temiz kıyafetlerimi geçirdikten sonra aynanın karşısında saçlarımı düzelttim. Arada aynada kendime bakarım, insanların beni nasıl gördüğüne olan merakımı gidermek namına. İnsan aynada kendisi ile yüzleşemez. Ancak insanların gördüğü yüz ile yüz yüze gelir.

Telefonumu ve diğer ıvır zıvırlarımı alıp kendimi sokağa attım. Sonbahar Antalya’ya iyice gelmişti. Serin bir rüzgâr ve şehrin müdavimi olan nem, ilk nefeste yakalamıştı beni. Sahil uzak olmadığı için yürüyerek gitmeye karar verdim. Sahile vardığımda, denizin dalgalarından fışkıran su tomurcuklarını yüzümde hissedebiliyordum. Cemil Abi’nin yerine vardığımda hafiften üşüdüğümü fark ettim. Cemil Abi ile kısa bir sohbetten sonra kenarda duran masaya geçtim. Kaçak çayımı hiç esirgemezlerdi. Çaydan ilk yudumu almak için bardağı almaya yeltendiğimde gözüm, uyandığımdan beri bakmadığımı fark ettiğim masanın üstündeki ışığı yanıp sönen telefonuma ilişti. Sessiz modda olduğunu hatırladığımda çayı yudumlamadan telefonuma uzandım. Mustafa beni gece 4’ten beri yirmi defa aramış ve onlarca mesaj atmıştı. İrkildim bir anda. Mesajlara bakmadan hemen Mustafa’yı aradım. Ellerim tedirginlikten öyle bir titriyordu ki telefonun kulağıma çarpışını hissediyordum.

Telefon çalar çalmaz ağlamaklı ve çökmüş bir ses kulağımda belirdi. Açan Mustafa’ydı, ‘‘Çabuk yanıma gel!’’ dedi. Bunu duyduğumda şok oldum. ‘‘İyi misin oğlum? Nasıl hemen yanına geleyim? Sen Urfa’dasın. Ne oldu bir sıkıntı mı var?’’ dememle beni dinlemediğini anladım. ‘‘Sana hemen gel diyorum, çok kötüyüm.’’ deyip telefonu hıçkırıkla kapadı. Ben yerimde buz dağı gibi çakılıp kalmıştım sanki. Kanım dondu. Mustafa’nın dehşet verici sesi, içimde muazzam bir tedirginlik yaratmıştı. Cemil Abi’nin beni dürtmesiyle nerede olduğum aklıma geldi.

Mustafa’yı on beş yıldan beri tanırım. Tanıdığım günden beri ilk defa sesinde acziyet hissettim. İkimiz de Ankara’da öğrenciyken aynı evde kaldık. O, Ankara Hukuk’taydı; ben de Hacettepe Psikoloji’deydim. Bazen nerede tanıştığımızı bile unuturum. Mustafa ile fikirlerimiz pek uyuşmazdı. Onun mizacı bana göre daha sertti. Okuduğu bölümü deli gibi savunurdu. Mamak Cezaevini, Mamak’ın gecekondu evlerini ve Samsun asfaltını tepeden gören bir evde otururduk. Kar yağdığında onun Urfa tütünü ile benim Diyarbakır’dan getirdiğim Süryani şarabını içer, sabaha kadar tartışırdık. En büyük hedefi çok iyi başarılı bir avukat olmaktı. Bazen, ‘‘İleride senin vicdanına ters düşen bir davayı, sırf kazanmak için kabul eder misin?’’ dediğimde tereddüt etmeden ‘‘Evet.’’ derdi. Bu beni çok sinirlendirirdi. ‘‘Sizin gibi insanlar yüzünden dünya bu hâlde.’’ derdim. O da ‘‘Dünyayı biz gibiler öyle yapmadı, dünya zaten varoluşu itibarı ile öyle bir yer.’’ derdi. Dünyaya bakış açısı korkutsa da beni, içinde hep insani değerleri çok yüksek olan bir cevherin olduğunu düşünürdüm. O açıdan yıllardır irtibatım kesilmedi onunla. Mezun olduğumuzda ‘‘Yine beraber yaşayalım aynı şehirde.’’ dedim ona fakat onun para ve saygı hırsı buna engel oldu. ‘‘Bizim oralarda çevremiz geniş, ben orda mesleğimi yapacağım.’’ deyip Urfa’ya yerleşti. Ben de Antalya’ya geldim. Yıllar sonra Urfa’ya avukatlık bürosuna gittim. Son model aracıyla beni havaalanından alıp lüks bürosuna götürdü. Gerçekten de istediğini elde etmişti galiba. İnsani açıdan daha çok katılaştığını fark ettim o zaman. Ondan sonra onunla görüşme sıklığımı azalttım. Arada o bu taraflara tatil için geldiğinde görüşürdüm. Ama her görüşmemizde tartışırdık, hatta bazen küslük de olurdu aramızda. Çünkü onun sistem hukuku içinde geliştirdiği vicdan dışı ilkeler ve sırf bir davayı kazanmak uğruna başvurmayacağı hile ve yalan olmadığını her hissettiğimde ondan biraz daha uzaklaşırdım.

Akşam Urfa için bir uçak bileti aldım. İş yerini arayıp üç günlük izin aldım. Çantaya birkaç parça eşya koyup Urfa’ya doğru yol aldım. Sabahki telefondan sonra Mustafa’yı hiç aramadım. Çünkü onun çökmüş o ses tonundan kendim bile irkilmiştim. Uçak akşam on gibi Urfa’ya indi. Mustafa’yı arayıp ‘‘Neredesin?’’ dedim. ‘‘Bürodayım.’’ dedi. “Gel, beni al.” diyemedim çünkü ses tonunda o hazinlik ve huzursuzluk devam ediyordu hâlâ. Taksiye atlayıp bürosunun yolunu tuttum. Öncesinde de geldiğim için çok yabancılık çekmedim. Onu hiç aramadan bürosunun kapısına kadar geldim. Kapıda altın varaklı kocaman bir yazı ile “ARGÜN HUKUK BÜROSU” yazıyordu. ‘‘Mustafa, ne güçlüsün be dostum!’’ diye dedirtmedi bana iç sesim.

Zili çaldım. Yaklaşık beş saniye sonra kapı açıldı ve karşımda gücü altında ezilen, ruhu irin gibi gözlerinden akan, bedeni küçücük kalan bir varlık gördüm sadece. Gözyaşları, kan gibi yüzünde izler bırakmıştı. Günlerdir uyuyamadığı her hâlinden belliydi. Attığı son adımı da az önce atmış gibi bana sarılmaya çalıştı. Fakat olduğu yerde yığılıp kaldı. Bu manzaranın karşısında nutkum tutuldu, hatta birkaç saniye yerdeyken o şekilde onu izledim. Sonra onu hemen kaldırıp içeri geçtik. İçeri girdiğimizde tiksinç bir sigara ve alkol kokusu vardı. Her yer sigara izmariti ve boş viski şişeleri ile doluydu. Onu bir koltuğa oturttum, elime gelen bir şu şişesini açıp yüzüne su çaldım. Telefonu çalıyordu, telefonuna doğru yöneldim. Baygın bir ses ile ‘‘Telefonu aç.’’ dedi. Telefonu elime aldım. Arayan babasıydı. Açar açmaz ‘‘Akif, sen misin oğlum?’’ ‘‘Evet, Halil amca benim.’’ dememle, ‘‘Ohh Allah’a şükürler olsun. Mustafa sana emanet oğlum.’’ deyip telefonu kapattı. O an ne dediğine pek anlam veremedim ama sonradan Mustafa’nın bana anlattığına göre, Mustafa birkaç gündür kendini büroya kapatmış, kimseyle görüşmüyormuş. En son ailesi kapıyı kırmakla tehdit edince sadece beni görmek istediğini ve bu akşam geleceğimi ailesine bildirmiş. Bu, üstüme çok büyük bir sorumluluk yüklese de böyle bir anda bu şekilde düşkün bir arkadaşımın beni yanında istemesi, içime hüzünlü bir huzur verdi.

Onu lavaboya götürdüm, elini yüzünü yıkadım. Zor olsa da onu duşa soktum. O, duş alırken ortalığı biraz toparladım ve büroyu havalandırdım. Duştan çıktığında artık biraz kendine gelmişti. O ağır surat ifadesinin altında samimi olmayan bir gülümse ile yanıma yaklaşıp samimi bir şekilde uzun uzadıya sarıldı. Sırtını sıvazlayıp koltuğa oturttum. Birer sigara yaktıktan sonra hiç uzatmadan ‘‘Anlat bakalım, ne oldu?’’ dedim.

Derin bir nefes çekerek anlatmaya başladı. ‘‘Biliyorsun ben ceza avukatıyım ve çoğunlukla ceza davalarına bakarım. Bundan yaklaşık bir yıl önce bir ceza davası geldi bana. Davayı biraz araştırdıktan sonra kimsenin çok yanaşmak istemediği bir dava olduğunu fark ettim.’’ dediğinde, dişlerini sıktığını ve gözlerinde kendinden nefret eden bir insanın yüz ifadesi olduğunu gördüm. ‘‘Muhtemelen sen de olayı medyadan duymuşsundur. Sekiz yaşında bir kız çocuğunun canice öldürülmesi ile ilgili bir olay. Çocuğun ölümünden sorumlu olan adamın avukatlığını üstlendim. Zaten aldığım diğer davalardan çok farklı değildi. Neyse, çok üstelemedim. Davayı inceledim. Onlarca kez mahkeme, keşif, cezaevi ziyaretleri falan derken adamı delil yetersizliğinden tahliye ettirdim. Başarılarıma başarılarımı eklediğimi zannediyordum. Herkesin gururumu okşaması, zafer sarhoşu ediyordu beni. Olaydan aylar sonra büroma bir çoban geldi. Vicdan azabından uyuyamadığını, müvekkilimin çocuğu öldürdüğünü gördüğünü, yol yordamı çok bilmediğinden bana geldiğini söyledi. Ben de ‘Tamam, ben ilgilenirim.’ deyip adamı gönderdim. Bilirsin, hukuksal süreçlerde bu şekilde gelgitler çok olur. Ben de herhâlde bu da benzer bir dezenformasyondur deyip çok irdelemedim veya belki de irdelemek istemedim!’’ deyip sustu.

Bir sigara daha yaktı. Gözleri yuvasından fırlamış iki ateş topu gibi görünüyordu. Bir duman daha alıp devam etti. ‘‘Ta ki geçen hafta çocuğu öldürmekle suçlanan müvekkilimle, hatırlarsan buraya geldiğinde beraber içtiğimiz mekânda karşılaşıncaya kadar. Onu görünce selam verdim ve beni masasına davet etti. Gevşek konuşmasından anlıyordum ki biraz sarhoş olmuştu. Kısa bir muhabbetten sonra, üç ay önce yanıma uğrayan çobandan bahsettim. Ağzını yayarak ‘Haa o mu?’ dedi. ‘Evet, tanıyor musun onu?’ dedim. Kuduz bir köpek gibi ağzından salyalar akıtarak olayı anlatmaya başladı. O anlattıkça ben ruhumun hücre hücre bedenimden ayrılışını büyük bir acı ile hissediyordum. Çocuğu kaçırıp taciz etmek isterken çocuğun nasıl bağırdığını, bağırmasını susturmak isterken onu nasıl boğazladığını, cesedi saklamak için götürdüğü kırsal alanda, çocuğun ölmesinden emin olmak için başını taş ile nasıl ezdiğini ve bunu yaparken çobanın onu gördüğünü, çobana sürekli tehditler savurarak onu susturduğunu, gözlerinde tek bir vicdan azabı ve utanma kırıntısı olmadan teker teker anlattı. O sustuğunda ruhumun muazzam bir ıstırap ile bedenimden tümüyle ayrıldığını hissettim. İnsanın vicdanı ile yüzleşmesi bu olsa gerek diyordum. Fakat Akif benimki yüzleşme değil de bir vicdan çarpmasıydı sanki. O gece sabaha kadar o küçük kızı rüyamda etimi dişleri ile koparırken gördüm. Kanım cehenneme nehir gibi akıyordu sanki. Sabah uyandığım gibi mahkemeye davanın tüm gerçekliği ile ilgili bir dilekçe verdim. Baroya istifa mektubumu bıraktım. Kaç gündür buradayım ve aklıma sadece sen geldin.’’ deyip başını ellerinin arasına aldı ve tekrar hıçkıra hıçkıra ağlamaya başladı.

O sustuğunda vücudumdaki tüm kanın beynimi aşındırdığını hissettim. Anlattığı o cani ve karşımda duran bu cesede nefretimi anlatmam imkânsızdı artık. O küçücük kızın ruhu beni oradan almıştı. Kötülüğün vücut bulmuş hâli duruyordu sanki karşımda. Yıllarca kötülüğün sıradanlaşmaması için canını dişine takmış insanların verdiği mücadele ve vicdani bir sorumluluk olarak gördükleri tüm insani davranışlarını eziklik olarak gören bu çirkef sistemin özeti vardı karşımda. Adaletin tezahürü nasıl da bu sistemin içinde ezilmişti! O an toplumun sıradanlaşmış bir kötülükle yoğrulduğunu anladım. Bu kötülüğü, yaşamın bir parçası olarak gören ve iş işten geçtikten sonra vicdan çarpımına uğrayan hukukçusudur, politikacısıdır, eğitimcisidir vs. acaba ne düşünüyorlardır? Ya da düşünüyorlar mıdır? Bu tiplerin çarkları arasında kim bilir kaç masum insanın hayatı tuz buz olmuştur!

Bu tarifsiz ve ızdırap dolu hisler ruhumu kemiriyordu. Tüm düşüncelerim de hislerim gibi donmuştu. Bir an önce güneşin doğmasını istiyor ve karşımda duran bu toplumsal ceset prototipi ailesine teslim edip, uzun süre kimse ile görüşmek istemiyordum artık.

Günlerim gelecekten azalıp geçmişte biriktikçe, sırtımdaki enkaz devleşiyor. Hassas ve özenli bir ruha sahip olmak; bu kötülüğün içinde yaşamı, ateşin üstünde çıplak ayakla yürümek kadar ızdıraplı hâle getiriyor. Ruhum, bu cehennem ateşinin tesirine ne kadar dayanır acaba, ben de bilmiyorum.


Önce Sonra

keyboard_arrow_up