Gözümü tırmalayan ışık, pencerenin kenarından içeri süzülüyordu.
Bir süre kıpırdamadan yattım; göz kapaklarımda gece kalıntısı, içimde kesik bir zaman duygusu.
Sonunda pes edip doğruldum, banyonun yolunu tuttum — ama sanki uyanmamış bir tarafım hâlâ yataktaydı.
Banyoda düğmeye uzandım.
Tık yok.
Elektrik gitmişti.
Sessizlik, su dolu bir bardağın kenarından taşar gibi yayılıyordu evin içine.
Mutfakta kahve makinesine dokundum.
Bekledim.
Cevap gelmedi — ne bir ses ne bir tıkırtı.
Salona geçerken buzdolabının önünde durdum.
Zeminde ince bir su çizgisi vardı; sinsice, nereye gittiği belli olmayan bir ip gibi koridora doğru uzanıyordu.
Buzluğa uzandım.
Her zamanki direnci yoktu kapağın; inatçı, sert sesiyle değil, sessiz bir razılıkla açıldı.
O an bir poşet düştü.
Ses çıkarmadı. Yalnızca yayıldı — donuk bir halkanın suya karışması gibi.
Eğildim.
Şeffaflığın içinden maviye çalan bir yazı gözüme çarptı:
İçli köfte – 2018
Annemin el yazısıydı.
O yıl… sustuğu yıl.
O yıl ölmüştü.
O poşet, bir yaz akşamının kokusunu burnumun ucuna taşıdı.
Sineklik arkasından izlediğim tezgâh başındaki ellerini hatırladım.
Parmaklarının arasında bulgur dönerdi, yoğurdukça sessizleşirdi ev.
“İçini tam kıvamında yoğurmazsan, pişince dağılır,” derdi annem.
Aynı sözü defalarca duymuştum ama şimdi ilk kez kendi içime söylüyordu sanki.
Geçen yıl oğlum yememişti bu köfteden.
“Kimyonu fazla,” demişti.
Oysa annem, “kimyonsuz içli köfte mi olurmuş hiç?” diye diretirdi.
Kimyon… Kokusuyla bile geçmişi çağıran bir baharat. Hafıza, bazen mideye siner.
Poşeti elime aldım. Altı, donmuş bir anının yeniden canlanması gibi yumuşamıştı; dağılacakmış hissi veren o kırılganlıkla duruyordu avucumda.
İlk temas serindi, evvelce dokunulmuş bir an gibi.
Ama birkaç saniye sonra, avuç içlerimde bir ağırlık belirdi — sanki poşet değil, ben çözülüyordum.
Bir şey elimden değil, içimden akıp gidiyordu sanki.
Sanki hâlâ çözemediklerim, onun içinde bir biçimde donup kalmıştı. Ve şimdi, çözülerek bana dönüyordu.
Poşeti yavaşça tezgâha bıraktım.
İçinden çözülüp sızan su, zemin boyunca hâlâ izini sürüyordu.
Silik ama kolay kolay geçmeyecek bir izdi bu.
Tam o sırada, zihnimin derininden bir cümle yükseldi —
annemin sesinden:
“Dışını kıtır yap kızım, içi zaten yumuşak olur.”
O hayattayken benim hem içim hem dışım sertti.
Ama öyle kırılgan çıtırlıkta değil, dokunsan sekerek geri tepen bir sertlikti bu.
Kendimi kırılmaz sanırdım. Ve galiba haklıydım.
Ne zaman bir şey içime dokunsa iz bırakmadan geri çekilirdi.
Onun köftelerindeki kıtırlık başkaydı. Dışı altın gibi kızarmış, içi lokum gibiydi.
Isırıldığında ağızda dağılan o yumuşaklık, bir sır gibi yayılırdı sofraya.
Herkes tarifin peşine düşerdi oysa o sadece süzgeçte bekletilmiş limonlu soğanın zamanını bilirdi.
Tariflerin, sessizliğin ve hatta bakışlarının bile bir sırrı vardı.
O sustuktan sonra…
İçimde her şey daha da katılaştı.
Sanmışım ki beni güçlü yapan kendi direncimmiş.
Meğer beni esneten, onun merhametinin gölgesiymiş.
Ama şimdi o katılık çatırdıyor.
Hem daha da sertleşmişim hem de her dokunuşta dağılmaya hazırım.
Kendimi, içi çürümüş bir ceviz gibi hissediyorum:
Çat. Kırılıyor kabuk.
İçinden çıkan ise ışıktan yabancı, karanlığa alışkın bir kurt.
Galiba insan bazen kırılmaya, hatta yavaş yavaş eksilmeye bile razı oluyor — yeter ki içinden bir şey sızsın.
Poşeti aldım, çöpe doğru yürüdüm.
Üzerindeki yazı dağılmıştı.
Mavi mürekkep, plastikten sızmış, rakamlar silinmişti. Ama “içli köfte” yazısı hâlâ oradaydı. Direniyordu.
Mutfağa döndüm. Buzluktan sızan su, hâlâ yerdeydi. Bir bez aldım, silmeye başladım.
Ama her dokunuşta iz biraz daha yayıldı. Ne kadar silersem sileyim,
o ıslaklık başka bir şeye dönüşüyordu:
bir sesin yankısı gibi,
bir bakışın kalıntısı gibi,
annemin yokluğunun izi gibi.
O sırada buzdolabı cızırdayarak çalışmaya başladı. Sanki kendi kendine karar veren biriydi.
Kapıya yöneldim. Gözüm yine yere takıldı.
Su izi hâlâ oradaydı. Sanki bana değil, içimdeki çözülmeyene bakıyordu.