Çocukken “işçi sınıfı” terimini dört duvarı olan gerçek bir sınıf zannediyordum. İçeride Tekel, Şeker ve Sümerbank emekçileri, kepçe operatörü, çöpçü, tesisatçı falan oturuyor; sonra patron gelip, hepsini tahtada sıraya dizerek tek tek tokatlıyor. Doksanlarım somut işlem dönemine denk gelince epeyce sıkıntılı geçti doğrusu.
On yaşındaydım. Şehirde yaşayan ve öğretmenlik yapan bir ailenin tek çocuğu olarak büyürken yaz tatillerinde köye, dede evime gönderilirdim. Herkesin sığıra ya da davara gittiği; toprağın sert, gecelerin sessiz olduğu o uzak köyün adı, anlamından çok daha küçüktü.
Yol, o yaşlarda sadece bir çizgiydi benim için. Tozlu, kıvrımlı, bazen ineklerin ayak izleriyle dolu, bazen yağmurla silinmiş bir çizgi. Ama şimdi düşünüyorum da o çizgi bir yerden bir yere götürmüyordu kimseyi. Hep aynı yerde dönüp duruyorduk. Yolda olduğumuzu sanıyorduk ama aslında hiçbir yere gitmiyorduk. Yollar bazen insanın kendi içinde kıvrılır, orada kaybolur.
Dedem soğuk ve içine kapanık bir adamdı. Beni sevmediğini düşünürdüm hep. Ama yıllar sonra mezarının başında otururken hatırlıyorum şimdi; sevmemek değilmiş bu, sadece sessizlikmiş.
Köyde kural basitti: İnekleri olanlar sırayla sığıra, küçükbaşları olanlar ise davara giderdi. Sabahın köründe, daha horoz ötmemişken kalkar; bir tepeyi aşıp hayvanları alıp uzak tepelere otlatmaya götürürlerdi. Akşam gün batımında ise herkes kendi hayvanını karşılamaya çıkardı. Bu karşılama, köydeki tek “karşılama töreni”ydi. Düğün değil, bayram değildi belki ama inek mutlaka karşılanırdı.
Her gün aynı patikadan yürürken, ayaklarım o toprağı ezdikçe içimde bir şeyler de ezilirdi. Belki de ilk kez o zaman fark etmiştim: İnsanın gittiği yol, bazen dönmek için seçtiği yoldu. Köyün tepesi, dağın ardı, dere kenarı… Hepsi aynı yere çıkardı. Ama çocuk aklımla o yolların sonsuza uzandığını, bir gün beni bambaşka bir hayata götüreceğini sanırdım.
Ben de bir gün dedemin gözüne girmek için gün batımına doğru erkenden çıkıp bizim ineği karşılamaya gittim. Gittim ama şehirde büyümüş bir çocuğun bir ineği diğerinden ayırması ne kadar mümkünse ben de o kadar başarabildim. Her biri aynı bok rengi, her birinde aynı salak bakış… Baktım ki hepsi birbirine benziyor, o sürü psikolojisine ben de güvendim. Dedemin ineği hangisiydi bilmiyorum ama içlerinden biri “Ben o ineğim.” diye bakınca, yanına beş altı tane daha katıp bizim eve kadar getirdim. Sonrası? Köyde infial çıktı. “Benim ineğim yok!” diyenler, “Bizimki de yok!” diye yanıtlayanlar… Kimi ağlıyor kimi bağırıyordu. Dedemin sadece kaşı kalkıyor. İşte, o kaş! O kaş, bir çocuğun ömrünü ikiye bölüyor. O gün o bakışı bizzat kendim gördüm ve hâlâ unutmadım.
Yol, bazen bir bakış kadar kısadır. Dedemin kaşının kalktığı o an, bütün yollar kesilmişti sanki. Eve giden patika, dağın eteği, köyün tozu… Hepsi sustu. İnsan bazen bir bakışın içinde bütün bir mesafeyi yaşıyor. Ben o gün yürümeyi değil de durmayı öğrendim sanki.
Köyde saçları kardan daha beyaz, sesi taştan bile ağır bir kadın bir gün evin önünden geçen öküzün önünde ayağa kalkmıştı. Kadın başını eğmiş “Biz onun ekmeğini yiyoruz.” demişti. Öküz kıymetliydi. İnsanlar öksürse kimse dönüp bakmazdı ama öküz uzaktan dönerse köy ayağa kalkardı.
Yaz başlamadan okuldaki din kültürü öğretmenim “Bir cuma günü kıyamet kopacak.” demişti. Ben de o cumadan sonra her cuma kıyameti beklemeye başlamıştım. Köyde, dağlar kadar yalnızlığın içinde, çocuk kafasıyla her cuma biraz daha ölmeye çalışmıştım. Ama kopan tek şey içimdeki anlamdı. Bir cuma daha bekledim, iki cuma daha, bayramda falan da bekledim hatta… Ama kıyamet kopmadı. Sadece annem “Eve geç kalma!” dedi yeniden.
Eve geç kalmak da bir yol meselesidir. Bazen birkaç adım gecikir insan, bazen bir ömür. O köyden çıkıp şehir yollarına düşeceğimi sanmıştım; oysa o çocuk hâlâ aynı patikada, aynı tepenin ardında dolanıyordu. İnsan bazen çıktığı yerden hiç gidemez, sadece kendini uzaklaştığına inandırır.
Köyün duvarlarında solmuş yazılar, sönmüş umutlar… Ama ben hâlâ onların hangi partiye ait olduğunu bilmeden dedemin çatıya diktiği bayrağı izlerdim. Akşam haberlerinde hep aynı cümle: “Bilmem ne kırsalında dört şaki etkisiz hâle getirildi.” Sanki oyun oynanıyordu da dört kişi daha eksikti. Oyuna devam… Bizim oyunlarımızda eksilen top olurdu, burada eksilen insandı.
Yıllar geçti. Annem öldü. Dedem de öyle. O gün bugündür her şey sessiz. Ama o günkü sığır hadisesi aklımdan hiç çıkmadı. İnsan bazı hataları affeder. Ama bazı hatalar, kendini affettirir. Şimdi, ben bu cümleleri yazarken içimden biri “Bak, yine yapıyorsun.” diye bağırıyor “Yine anlatıp duruyorsun. Sanki anlatınca eksiğin tamamlanacak.” diyor. Ama olmuyor. Ben hâlâ o on yaşındaki çocuğum. Hâlâ ineği karıştırmış gibi mahcubum.
Yol, insanın kendi kendine anlattığı bir masal gibidir. Gittiğini sansan da hep aynı cümleye dönüyorsun. Ben her adımda o yaz akşamına dönüyorum. Her satır, bir patikanın devamı gibi. Yokuşun sonunda bir inek, bir çocuk, bir sessizlik.
Çocukken dibinde sığırları karşıladığım o tepe bana Everest gibi gelirdi. Şimdi, aşağıya bakınca hâlâ o çocuğu görüyorum. Küçük, yorgun ve hâlâ ineğini arayan o çocuğum ben. Dünya kaç bucak? Bazen sadece bir ineğin peşinden gitmek kadar büyük.
Ve yol bitmiyor. Çünkü yol, varmak için değil de hatırlamak için orada duruyor biraz da. Herkes kendi yanlış ineğinin peşinden yürür çünkü. Benim yolum da öyle… Ne şehirde bitiyor ne de köyde. Sadece içimde kıvrılıyor, aynı tepeye çıkıyor, aynı gün batımına.