menu Menu

Ethem Baran: Kendimi bildim bileli yazıyorum; başka türlü nasıl yaşanır bilmiyorum.

Yazmak, yaşamak ve anlamak üzerine kapsamlı bir sohbet

Yazmak, yaşamak ve anlamak üzerine kapsamlı bir sohbet

Sayın Ethem Baran, edebiyat serüveniniz 1978’de dergilerde yayımlanan öykü ve desenlerle başlıyor. Genç bir okur, yazar ya da öğretmen adayı size “neden yazıyorsunuz?” diye sorsa ne cevap verirdiniz?

Bunun pek çok cevabı vardır ama hiçbiri aradığımız cevap olmayacaktır. Asıl cevabı sanatın kökeninde aramak gerekir. Sanat, bize verilen dünyanın yanına kendisini koyar, çünkü verili dünya yetersizdir. Kendimizi oraya ekleyerek tamamlanmaya çalışırız. Kendimi bildim bileli yazıyorum; başka türlü nasıl yaşanır bilmiyorum. 

Öykü çizginizde hep bir “insan yalnızlığı” ve “dönüşsüzlük” hissi var. Bu temaların sizdeki kaynağı nedir?

İnsanoğlunun her zaman yalnız olduğunu düşünürüm. Hep kafamızın içinde ve kendi kendimize yaşarız.

Eserlerinizde mekân, karakterin ruhuna bürünmüş gibidir. Evler, rüzgâr, akşamlar, yollar… Bu kadar atmosfer kurmayı nasıl başarıyorsunuz?

Haklısınız, mekân önemli; onları da karaktere dönüştürmek gerekir. Kurmaca metnin en önemli unsurlarındandır mekân. Ben bunu bozkırda yaratmaya çalıştığım hayali bir kasaba ve büyükşehrin kenar mahalleleri biçiminde yansıtmaya çalıştım. Okuru bir hikâyenin içine davet edince ona nerede, nasıl bir ortamda olduğunu göstermek durumundasınız. Kullanacağınız dili bile ona göre seçersiniz. Anlatım biçiminiz, dili kullanma tarzınız, mekânı seçme ve gösterme yönteminiz hep birlikte atmosferi oluşturur.

Döngel Dünya size Sait Faik Hikâye Armağanı’nı kazandırdı. Sait Faik’in öykücülüğünüzdeki yeri nedir?

Sait Faik, öykücülüğünü kendinde başlatan isimdir. Benzersizdir. Ortaokul Türkçe kitabımızda rastlamıştım ismine ilk kez. Orada okuduğum öyküleri bu tür hakkındaki ilk bilgilerimin temelini oluşturur. Öykü konusundaki en başka gelen öğretmenlerimdendir.

Günümüz öykücülüğünü nasıl buluyorsunuz? Genç öykücülere baktığınızda sizi en çok ne umutlandırıyor?

Günümüzde öykü dünyası oldukça hareketli. Eskiyle kıyasladığımızda daha fazla sayıda öykü yazılıyor. Ancak sayısal artışın niteliğe yansıdığını söylemek kolay değil. Yayımlatma olanaklarının artmasıyla birlikte bir karmaşa oluştuğu da gözden kaçmamalı. Kadın öykücülerin nitelik ve nicelik olarak öne çıkması da dikkatlerden kaçmıyor. Öykünün tür olarak böylesine kabul görmesi sevindirici. Ben gençlerden umutluyum.

Dijital çağda, hızın hâkim olduğu bir dünyada öykünün var olma biçimi nasıl değişiyor sizce?

İçinde bulunduğumuz ve bizi teslim alan hıza bakınca, kısalığı nedeniyle öykünün avantajlı durumda olması gerekiyor ilk bakışta. Oysa durum öyle değil. Çünkü öykü, okurundan farklı bir dikkat ve odaklanma ve çaba bekler. O daracık hacme dünyaları sığdırmış, billurlaşmış bir damlaya dönüştürmüştür. Anlam yaratır ve o anlamla oynar. Ayaküstü, öylesine okunup geçilecek bir tür değildir. O yüzden tutkulu okur ister.

Son eseriniz “Köhne”de şöyle muhteşem bir pasaj geçer:

Bir insan susunca, sesi içinde dolaşmaya başlıyordu, iyice yayılıyordu. Sonunda gözlerde, ellerde, oturuşta, yürüyüşte, ette kemikte çın çın ötmeye başlıyordu bu ses. Dünyayı anlamak için susmak yetiyordu.”

Karakterleriniz çoğu zaman konuşmak yerine susar. Sizce suskunluk da bir dil midir? Edebiyat o dili nasıl duyabilir?

Tam da dediğiniz gibi. Edebiyat öyle bir şeydir zaten. Okurun zekasına saygı duymak önemli. Bu da yeri geldiğinde susarak sözü okura bırakmakla gerçekleşir. Okur, o sırada metni zihninde yeniden yazma fırsatını bulur, amaçladığı estetik hazzı elde etme şansını yakalar. Söz gümüşse sükût altındır diye boşuna söylememiş eskiler. Susmak, başka seslere kulak vermek demektir. Bu da anlamaya giden yolun başlangıcıdır. 

Yaratıcı yazarlık atölyeleri düzenliyorsunuz. Genç yazar adaylarına en çok ne söylüyorsunuz?

Evet, yıllardır atölye düzenliyorum, çok kitap çıktı atölyelerimizden, çok ödül alan oldu. Gurur duyuyorum hepsiyle. Yazar adaylarına öncelikle doğru metinleri doğru okumaları gerektiğini söylüyorum. Hepimizin ustaları diğer yazarlar ve eserleridir, o yüzden öncelikle çok okumak gerekir. Hangi alanda kalem oynatacaksanız o alandaki gelmiş geçmiş eserleri bilmek zorundasınız. Elbette diğer alanlarda okumalar yapmalıyız. Yazmak ciddi bir iştir, çok ciddiye alınmalıdır. Ara sıra, fırsat buldukça yaptığımız bir iş değildir. Yazmanın hazzı dışında başka hiçbir etken, beklenti ön planda tutulmamalıdır. Sabırlı olmak önemlidir. Eleştirilere hazır olmak, bitmiş bir metin üzerinde yeniden çalışmak alışkanlık haline getirilmelidir. 

Bozkır sizin öykülerinizde neredeyse bir karakter gibi. Bu coğrafyanın sizdeki etkisi nedir?  Ankara’nın yazma serüveninizdeki katkısı peki?

Yaklaşık olarak 45 yıldır Ankara’da yaşıyorum. Bu coğrafyanın insanıyım. En iyi bildiğim yerden, bozkırdan baktım yaratmak istediğim edebiyata. Bozkırda hayali bir kasaba yaratarak hikâyelerimi ve karakterlerimi oraya götürdüm. Kimileri “taşra” dedi buna, farklı anlamlar yüklemeye çalıştı, ben “insan” dedim, “hayat” dedim. Bu insanlar, bu topraklar, bu evler, bu hayatlar da var yaşadığımız dünyada, siz görmek istemeseniz de, dedim. Ankara’nın dış mahallerini, yoksul semtlerini, kıyıda kalmış, horlanmış mekânlarını, oralarda yaşayan, her gün gördüğümüz halde görmezden geldiğimiz, yaşantılarını merak etmediğimiz insanları buyur ettim sayfalarıma. Ankara’nın edebiyat sahnesinde daha çok yer alması için elimden geleni yapmaya çalışıyorum.

Yazma ritüeliniz var mı? İlhamınızı nereden alıyorsunuz?

Defterleri ve defter tutmayı severim. Dolma kalemle yazar, sonra bilgisayara aktarırım. Belli bir saati yoktur yazma uğraşımın. İlhama inanmam. Disiplinli çalışmaya inanırım. Hayata bir yazar gözüyle bakar ve her anınızı öyle yaşarsanız konular gelip sizi bulur. Kafanızın içinde bu konularla dolaşırsınız hayatın sokaklarında. Vakti geldiğinde o kendini yazdırır.

Dilinizde yoğun ama sade bir dokunuş var. Her kelime sanki uzun bir süzgeçten geçiyor. Bu dili kurarken kendinizi mi, anlatıyı mı öncelediniz?

Edebiyat dil ile yapılan bir sanat olduğuna göre benim önceliğim de dildir. Cümleyi çok önemserim. Her cümle için, o cümlenin benden bir iz, bir ses taşıması için kılı kırk yararım. Anlatıcının kim olduğundan, konuya, zamana, mekâna, atmosfere varıncaya değin her unsur dilin nasıl olması gerektiğini belirler.

Bir yazarın ilk cümlesi kader midir sizce? Her şey o ilk cümlede mi belirir?

İlk cümle çok önemlidir. Okurla ilk göz göze geldiğiniz andır, ilk izlenimin oluştuğu an. Okur nasıl bir atmosfere gireceğini, hatta girip girmeyeceğini o anda belirler. Yazar bir sözleşme uzatır o ilk cümleyle; okur kabul eder ve imzalarsa birlikte bir yolculuk, dostluk başlar. 

Yıllardır eğitimle iç içesiniz. Bir öğretmen olarak yazarlığınızdan, bir yazar olarak öğretmenliğinizden ne öğrendiniz?

Ben psikolojik danışmanlık yaptım. Öğrencilerimin iç dünyalarının paydaşı, ruh yoldaşı, sırdaşı olmaya çalıştım. Çok şey öğrendim onlardan. Ne farklı hayatlar olduğunu, insan ruhunun çıkmaz sokaklarını, karanlık labirentlerini; sevgiyi, sevgisizliği, umudu, hayal kurmayı, karamsarlığı, iyiliği, güzelliği… Pek çok şeyi… Yazmak isteyen gençlere el uzatmaya çalıştım. Her geçen yıl onların sayısının azaldığını içim kanayarak öğrendim.

Son olarak “edebiyat” sizin için bir kelimeyle nedir? Kulta okurlarına ne söylemek isterseniz?

Edebiyat hayattır. İyi ki edebiyat var, iyi ki kitaplar var. Aksi halde dünya bomboş kalırdı. Bize verilen bir tane dünya var. Ama kitaplarla dünyaların sayısını sonsuza çıkarmamız mümkün. Okumayanlar, kitaplara uzak duranlar işte bu fırsatı kaçırıyorlar.


Önce Sonra

keyboard_arrow_up