menu Menu
Ey Ömrüm! Ertelenmiş Eylemlerimin Mezarlığı…
Ömür teması aslında sadece bir yaşam sorgulaması değil, insanın göğüs kafesinde taşıdığı, her nefeste yeniden sorulan o kadim varoluş sancısıdır. 
Adnan Gerger Deneme, N°2 / Ömür
Vasati 40 Çöp Önce Olmamış Şeyler Akşamı Sonra

Ömrün insanla ilişkisi her ne kadar yaşanmışlıkla başlar, diye bilinse de aslında o insanın imgesel dönemlerinden ibaret olduğunu kimse itiraf edemez, kendisine bile… Bu zihinsel egodan kurulu özne, toplumsallaşma göstergelerin toplamı kadar yani insanın eylemleriyle kendini kanıtlar. Son sözümüzü ta baştan söyleyeyim: 

Yani bir diğer deyişle ömür, insanın eylemlerinin toplamı kadardır. 

Eylemler… 

Eylemlerin bütünlüğü,  insanın yaratılışından bu yana bilinç ile hayatı sorgulaması arasındaki denkleminin çözümünden elde edilen sonuçtur. Bu sonucun sağlaması da insanın teorik ve pratik etkinliklerinin kuytuluklarından sızan “Pişmanlıklar” ile “Keşke” sözcükleriyle yapılır. Bu iki sözcük, sadece kişisel birer sızı olmanın ötesinde, insan varoluşunun ve etik karar alma süreçlerinin kadim felsefi düğümlerini temsil eder. Geçmişe saplanmış bir bakışın, geleceğe odaklanmasıdır. Ömür, yapılmayanların yapılanların ve yapılmak istenenlerin doğrularla yanlışlarla yüzleşmesidir. 

Pişmanlık, çelişkiler dolu zihinsel bir acıdır. Bir yanda, bir insanın eyleminin veya eylemsizliğinin sonucunda duyulan, alternatif bir seçimin daha iyi olacağı bilgisine ve sezgisi arasında durmadan sallanıp durur. Diğer yandan akıllı, düşünen, sorgulayan insana hatayı gösterir, gelecekteki davranışları düzeltmeye iter, hayatı öğrenme fırsatı sunar. Bu öğretinin içine “Keşke” sözcüğü katıldığında çok tehlikeli bir hal alır. Pişmanlıklar, keşkelerle dolu geçmişe dönük bir yüzleşmeye dönüşürse, zaman nehrini tersine çevirme arzusunun imkânsızlığı karşısında insanın çaresizliğine de dönüşür. İnsan bu çaresizlikte karşı bir öğreti arayışına girer. O karşı öğreti de genelde tam zıt kutupta yer alan bir yaşam felsefesi Carpe Diem’dir. Yani,  “Carpe diem quam minimum credula postero” (Günü yakala, yarına olabildiğince az güven) diyen Latin şair Horatius’un bu öğüdün temelinde yatan ise ölümün kaçınılmazlığı ve zamanın kısalığını anlatan Epikur’un “Memento mori- Öleceğini hatırla” öğretisidir. Herkes bu öğretiyi “Madem öleceksin o halde anını istediğin gibi yani zevk için yaşa” diye bilir de asla böyle değildir.  Nedir ki bu modern çağda bu anahtar öğreti, doğru kilitle buluştuğunda bir işe yarar. Evet,  “Gelecek belirsizdir, geçmiş ise geri getirilmezse elimizde tek var olanı anıyı vur patlasın çal oynasın yaşamak ya da benden sonrası tufan” değildir doğru kilit. An’ı, geleceği inşa etmek için bugün harekete geçiren fırsata dönüştürmektir.

Epikur’dan bahsedince gel de Soren Kierkegaard’ın, Martin Heidegger’in “Varoluşçuluk” üzerinde düşünme… İster farkında olsun olmasın ister bilincinde olursa olsun en cahilinden en bilgesine kadar insan ömrünü bir varoluşçuluğun üzerine kurar. Kierkegaard ve Heidegger de işte, ölümü varoluşsal bir zorunluluk olarak ifade etmelerinin de nedeni budur.  Heidegger bu düşüncesini, “Dasein (Orada Olmak), Sein Zum Tode (Ölüme Doğru Varlık), Das Man (Herkes Gibi)” üçlü sacayağında yükseltirken ölüme yüklenen felsefi anlamın temelinde aslında hayatın nasıl yaşanabilir imkânını savunur. İnsanın ölümlü olduğunun farkında olması, hayatına anlam katmasının, otantik (sahici) bir varoluş sürmesinin yegâne yoludur. Ölüm, hayatı “tamamlayan” ve anlamlandıran tek yoldur.  Hafif acılar konuşabilir ama derin acılar sessizdir diyen Seneca da böyle söyler, Stoacılık felsefesinde. Stoacılar için der ki “Bütün bir ömür, ölüme yürüyüşten başka bir şey değildir.” O da doğru bir ömrün anahtarı olarak ölümün olağan bir olay olduğunu kabul etmek olduğuna inanmış ve böylelikle kaygılardan ve korkulardan kurtulacağına işaret etmiş. Ama bu düşüncelerin içinde bize dinin dayattığı gibi çok tehlikeli şeyler var. Bu felsefi düşünceye inanarak katılmanın sonucu insanı “Madem öleceğim, bu hayatta hiçbir eylem de bulunmayalım” demeye kadar da götürebilir. İnsan ömrünü anlamsız kılar.  Önemli olan ne ömrün uzunluğu ne de eylemsizlik değildir. Önemli olan üreterek, sorgulayarak ve erdemli bir şekilde ömrü yaşamaktır. Ölümde şerefli bir varoluşunun ölümsüzlüğünü ancak böyle özgürleşerek hak edebilirsin, çünkü.  Jean-Paul Sartre da ömrün, kişinin özgür seçimleriyle kendi kimliğini, özünü yarattığı sürekli bir eylemler bütünü, olduğunu derken bunu kasteder. Hatta Sartre, Heidegger’in aksine ölümün hayatı anlamlandıran bir olanak değil, saçma (absürt) ve olumsal bir olgu olduğunu, insanın eylemlerini engellediği için “bulantı” duygusuna yol açtığını vurgular. Çünkü insan yalnızca kendi hayatından değil, aynı zamanda yaptığı seçimlerle tüm insanlık için bir değer modeli ortaya koymaktan sorumludur. Doğrusu da bu değil midir? Ömür, biyolojik bir süre olduğunu kabul edileceğine felsefi bir zorunluluk olduğunun bilincine varmak en doğru düşünce yapısı değil midir?  Özgürlük, kaygı, sorumluluk ve ölüm bilinciyle örülmüş, bireyin kendi anlamını kendisinin inşa etmesi gereken bütüncül bir varoluş deneyiminden başka nedir ki? Ne Aristo’nun “Eudaimonia” (İyi ve erdemli yaşama mutluluk getirir) düşüncesinin, ne Thomas More’nin “Öğrenme ve gelişme belirli yaş aralığıyla mümkün olur” düşüncesinin ne de Teolojinin büyülü ve havalı kelamlarla insana dayattığı “Bu dünya geçicidir, diğer dünya için yaşa” düşüncesinin hiçbir geçerliliği yok. 

Ömür, bir insanın gerçekleştirmek istediği eylemlerin en yüksek amacıdır. Ömür teması aslında sadece bir yaşam sorgulaması değil, insanın göğüs kafesinde taşıdığı, her nefeste yeniden sorulan o kadim varoluş sancısıdır. Ömür, rengini ve yazıyı yazacak kalemin mürekkebinin kalitesini insanın kendisinin belirlediği bir kâğıttır. O kâğıdın hangi eylemle mühürleneceği de bütünüyle o insanın bilinci ve iradesinin sonucudur. Ömür dediğin çok mühim bir meselesidir.

Bu meseleyi bize en iyi anlatan romanlardan biri Albert Camus’un “Yabancı” adlı romanıdır. Camus, bu romanında; ana karakter Meursault’nun annesinin cenazesi ve ardından işlediği cinayet karşısındaki tepkisizliğini, toplumun ömürden beklediği anlam ve duygu kalıplarını reddetmesi üzerinden anlatır. Bize, ömrün bir anlam arayışı değil, anlamsızlığa karşı dürüstçe bir kabulleniş olabileceğini gösterir. Bu, modern insanın yalnızlığını ve ölüme doğru varoluşunu en çıplak haliyle sunan bir metindir. Bir diğer deyişle Camus’nün bu romanı, bir insan ömrünün apati (Duygusuzluk- Eylemsizlik) ve absürtlük (saçmalık) perspektifinden en iyi anlatan romanlardan biridir. Elbette ömre dair romanlardan örnek veriyorsam Gabriel Garcia Márquez’in “Yüzyıllık Yalnızlık” adlı romanından söz etmesem bu örneklerin bir önemi de kalmaz. Márquez’in bu romanın önemi, ömrü uzun bir zaman dilimine yayarak, insanın değişimini, toplumsal dönüşümleri ve geçmişin günümüzü nasıl şekillendirdiğini göstermesinde yatar kısaca. Márquez, Buendía ailesinin yedi kuşağının öyküsünü anlatarak, ömrün bireysel değil, döngüsel bir yazgı olduğunu göstermesi açısından çok değerlidir.  Jack London’in Martin Eden adlı kitabı da yarı otobiyografik olması nedeniyle en az “Yabancı”, “Yüzyıllık Yalnızlık” romanları kadar önemlidir. London, bu kitabında bir insanın ömrünü bir amaca nasıl adadığını anlatır. Zülfü Livaneli’nin hani, “Bir insan ömrünü neye vermeli?” şiirini hatırlatan bu roman bize bir başka şeyi daha gösterir. Bir amaca adanan bir insan ömrünün yanılgıya da düşebileceğini… London, denizci işçinin sevdiği kadın için yazar olmak isterken verdiği hayat mücadelesini anlatır ama bu romanı roman yapan asıl yönü şu: Bir insan tüm ömrünü bir ideal uğruna harcadıktan sonra dahi, hayatın temel anlamını bulamayabilir. Yaşanan hayal kırıklığı ve varoluşsal çöküş de bir ömrü oluşturur.  Tek gerçek sorgulamaktır, sorgulayarak bakmaktır hayata, Martin Eden gibi… Eden de hedefine ulaşır ama arzuladığı sosyal sınıfın sahteliğini ve yozlaşmışlığını görür ve ömrünü neye harcadığını fark eder. 

Uzun laflar gibi bir ömrün uzunluğu da değerli değildir, aslolan insanın bir ömrü boyunca yaptığı eylemlerdir ve bu eylemlerin nasıl eylemler olduğudur… Gerisi zaten boş bir ömürdür, buna da ömür denilirse…


Önce Sonra

keyboard_arrow_up