menu Menu
Fareli Yağ
Zeytinin iyisini bilirsin. İnce, uzun, memecik, yağ zeytini olacak, hoş, hurma zeytin gibisi yok.
Işıl Madak N°1 / Güz, Öykü
Bavuldaki Hikâyeler Önce Cennet ve Cehennemin Yeryüzüne İnişi Sonra

Zeytinin iyisini bilirsin. İnce, uzun, memecik, yağ zeytini olacak, hoş, hurma zeytin gibisi yok. Annem tuzlamıştı bir sene, olmaz, mundar oldu zeytin, dedin. Tuz kokmaya, bozulmaya çare ama hurma için değil, tadını kaçırır. Ah o zeytinlikleri anlat bize, at üstünde dört gün gezilen. Yok artık, abarttın sanki desem olmaz, billahi öyle, demesen, asla inanmam. Yalan yere yemin etmezsin, üç gün oruç borcu olur diye. Kandiye’de, daha herkesin evi barkı varken, gittiğin, gördüğün, gezdiğin yeri vatan sanırken, kardeşinin yedi çocuğu daha öldürülmemişken. Yedi mi demiştim sana, sahiden yedi mi? Başını sallayıp onaylarken korkardım. Abartı olduğunu söylemene ihtiyacım vardı, acıya dayanabilmek mümkün değildi. Cennetteymiş o, kardeşin. Üç çocuğunun acısına dayanan cennetlik olur, demiştin. Ya yedi çocuk için kaç cennet verilir insana? Delirdiğini düşünmüş herkes, perdesi kalktı gözünden oysa dedin, her şeyi görür oldu, buraya aiti değil, dünyayı değil, dünya sözcüğünün anlamı alçak aşağı yermiş. O, buraya ait olmayanı görürmüş. Gece sesler duyarmış, ağlarmış, gözünde yaş bitmiş, kuru gözün yangını büyük, kuru kalbin de acısı. Son sözü de çocuklarımmış, bir de gidin buradan demiş sana. Gitsen nereye, kalsan nerede, işgalin vardığı yerdeki çiziklerden kan sızarken, gittiğin topraklarda izin hiç yokken. Sen gidelim demesen, gidilmezdi, kalınacak yerde avuçlanan toprak, varlığımı taşır demişken, ölenlerini bırakıp, bir gemiyle yola çıkıp uzaktan bakakalınca… Gelmişiz hep birlikte.

Koroneiki demek, sen bilmezsin adını da aşı için getirtilince öğrendik. Yağlık zeytinmiş, sofraya gelmez. Göçtüğün yerin adı başka, toprağı başka, zeytini başka. Üstüne üstlük bir yere sığınıp el işinde çalışmak da sana göre değil. Hep anlattın, ağladığın zamanlarda gözyaşlarını görmezden gelirdi annem. Annem gözlerine hatırlatmazdı acıları, yok canım, ilk biz miyiz yerinden yurdundan olan, derdi, evin mangalını yakarken. Sen bir köşede, yemeninin ucuna bağladığın beyaz sabunlar gibi kokardın, sabun köpüğü sevinçlere hasrettik. Çok çalışıldı, çok emek, çok ürün. Öyle böyle derken bir bahçemiz de oldu. O gün, hayır yapalım dediğinde neyi neye katacağını, neyi neye katıp dağıtacağını bilemeyince annem, unu kavurdun büyük bir tencerede, babama süt bul gel, dedin. Az süte suyu karıştırıp şekeri eklerken kaşıkla erit bunu, dedin bana da. Ne sevinmiştim. Evi un kokusu tutunca, şekerli, sütlü suyu helvaya ekledin. Topak topak olmasın diye hızlıca çevirirken unu, gözlerinde, benim gözümdeki sevinç ışıklarını neden göremediğimi düşündüm. Kaşıkla şekillendirdik hep birlikte helvayı, konu komşuya göz hakkı, koku hakkı diye dağıtılırken anneme eğildin, o anı hiç unutmadım, anneme eğildin ve dedin ki böyle yoksulluk görmedim. Helvayı yerken ağzını şaplatma demezdin yoksa, bana kolay kolay kızmazdın, saçlarımı usulca severken gülümserdin. Olsa olsa gözlerin dalardı, *kopel derdin sonra çezza, çe eda. Ne diyeceğimi bilmeden öylece bakardım sana.

Zeytinlerle bir büyüdüm, sen yaşlansan da hep güzeldin, hep sade, hep temiz ve dingin. Zeytinyağına inancın, dışın ağrıdığında tenine sürmen, için ağrıdığında içmen, sürdüğün de içtiğin de ruhundaki yumuşaklığa ulaşamazdı. Bunu sana söylemiş miydim, hiç bilmiyorum. Balıklar gibi istiflenip geldiğin günleri unutmadın. Kimse unutmadı. Artık Ege’nin bu güzel kasabası evinken sustun, komşuların oldu. Evimiz oldu. Gelmesinler, demiştin bir sabah, mangalda kahve pişirirken, bir daha gelirlerse evin kedisini bile keserler. Kimler, deyince yine susmuştun, sen içindeki dille hüzünlenip bildiğin dille susardın. Alıştığın her durum, sürgün haline eklenirken yeşermek, yeniden var olmak için kendine özgü korkularını saklamayı, birilerince öğretilmese de sen öğrenmiştin. 

Uzun zaman sürdü sürgünlük, ailenin toparlanmasını izledin ya, yaşadığımız her olayda altı çizilecek bir yan vardı. Önceliğin ayakta kalmak olduğuna inanmıştık, duyguların, acıların anlatılması, biçim kazanan yanlarının açığa çıkması acizlik gibi görülür diye hepimiz dik yürüdük. Bastığımız yerlerin toprak değil, vatan olduğuna ikna edecek sebepler aradık. Unuttuğumuz birçok duygu senin sandığına saklandı, zor günler için saklanan kahve gibi, şeker gibi, çay gibi…

Bahçelerden verim aldıkça keyifleniyordu tüm aile. Elbirliğiyle kotarılan her işin ardından neşe doluyordu evin içi, ama nedense her sevince rağmen gözlerdeki ışıltı bir türlü yerine gelmiyordu. Bahçe sergileri hazırlanıyor, bodur olmayan zeytin ağaçları silkeleniyor, alt dallar toplanıyor, sonra seçiliyordu zeytinler. Yeşil ve siyah zeytinin, ayrı ağaçlarda yetiştiğini düşünen komşu anlatılıp tekrar tekrar gülünüyordu, bilinen şeye gülmenin güveniyle, çünkü bilmediklerimiz bizi hep ağlatmıştı. Sen ağlarken annem bize, ağlamamamız gerektiğini, zorluklara karşı direncin bayrak olup evimizin direğine asılacağını öğretti. Biz her an düşmeye teslim olmaya hazırken.

O yıl zeytin hasadı beklenenden çok olunca, sıkılıp yağ olsun demen, ortak fikri güçlendirdi. Birazı satılacak, birazı daha sonra gereken hallerde tekrar düşünülecek, kısacası paraya dönüştürülecekti. Babam yüzlük lancaları hazırladı, yağın iki yüzlük lancası satılmış, kalanı da üç yüzlük olarak evin arkasındaki depoya kaldırılmıştı. Yağın sıkımdan geldiği sabah bakır sahanda yumurta kırıp işte bakın kalitesi buradan belli, demiştin ekmeklerimizi sahana sunarken. Parmak uçlarım yansa bile aldırış etmedim, yaptığın ekmekle ben de sevince dahil oldum. Mutluluğun bölüşülebilen bir şey olduğunu ekmekten değil, senden öğrendim. Annem hep erken ayrılırdı sofradan, bir sigara yakıp varsa kahveyi koyardı hemen ateşe, yoksa çay demlerdi. Şekeri bol paşa çayıyla büyümüştüm, büyütülmüştüm. Yağ kapaklarının birkaç gün açık kalması gerekiyormuş, yağın ağırlaşmaması için, sıcağı çıkınca sıkıca kapatılıp zor günler için saklanacaktı. Geçen seneden kalanlarla sabun yapılır, kızartmalarda kullanılırdı. Pek fazla da değildi zaten. Huzur geceleyin tüm evi sardı. Ben senin koynuna sokulunca her şeyden saklanmış gibi olurdum, karanlıktan, soğuktan, dışarıdan gelen seslerden, ne bileyim işte, her şeyden, her şeyden…

Sabah annemin tiz sesiyle uyandım, ağlamaklı garip bir tını. Sen hayrolsun deyip kalkınca bir terslik olduğunu anladım. Yavaşça odadan çıkarken ben senin yanında olan bitene siperli bir halde bekledim. Babam, git diğerlerini hemen kapat, onu da düşüneceğiz işte, dedi canı sıkkın bir sesle anneme. Lanet olasıca derken babam, sen, hemen elini ağzına kapattın, sözün değil kalbin lanetinden korkun, dedin. Kimse ne olduğunu anlatmazken annem lancanın içinde yüzüyor pis hayvan, dedi. Nereden bulunup gelmişse, mundar etti yağı. Fare, fare… Ay dedin, elini diğer eline telaşla vururken. Ben de ay dedim, elimi senin eline uzatıp. Hadi, bakmaya gidelim, dedim heyecanla çekiştirdim elini. O ana dek ne demek olduğunu bilmediğim bir oyunun içindeymişim gibi, aniden babamın tokadıyla sarsıldım. Bırak kadını, bunun ne demek olduğunu biliyor musun, eğlencesindesin işin derken öfkenin kızaran yanı yanağımdı. Odama koşup giderken onca emeğin bir anda yok olduğunu tam olarak anlayamadım belki ama babamla arama çizdiğim sınırın ilk telleri o gün gerildi.

Çıkmadım odadan, evin sokak kapısı çarpıldıktan sonra tanıdık ve yavaştan gelen ayak sesin içime su serpti. Sen geldin, hep geldin. Kapıyı usulca açıp gel bakalım ne oldu, çıkarmak da lazım şimdi hayvanı deyince gözyaşlarımı silip peşine takıldım. Depoya girince yağdaki ses, farenin yüzdüğünü ya da çırpındığını düşündürdü. Kafamızı uzatıp yağa bakınca fındık faresinin seri bir şekilde yağın yüzeyinde kalma başarısını şaşkınlıkla izledik. Hızlı bir hamle ile lancadan yağ almaya yarayan kabı daldırıp fareyi çıkarman annemi de beni de büyüledi. Sonra beklenmedik bir atiklikle bahçeye yağı döküvermen ve farenin kaçması bir oldu. Şükür dedik, tam anlamıyla şükürlük durum var mıydı bilmeyerek. Yani görünüşe göre çözülmüş sayılan bu durum ailemizin kaosu olarak gündeme oturacaktı belli ki. Tüm lancaların kapakları sıkıca kapatıldı. Fareli yağ işaretlendi. Peki, bu yağ ne olacaktı, asıl mesele buydu.

Annem bir şeye sevinmek iyi değil, çok sevinmeyeceksin işte cümlesiyle birlikte ağlamaya başladı. O güne değin bize sağlam durmayı öğütleyen annem hüngür hüngür ağlıyordu. Sorunun yağ olmadığına emindim. O geçmişe, bugüne hatta yarına ağlıyordu, sahip olduklarını kaybetmeyi bilen biri olarak. O an gidip anneme sarıldım, hep yapmadığım şekilde, sahiden annem gibi hissettiğim için. Seni de sarmak istedim o an, bizi izlerken, gözlerini silmek istedim. Babamın, sıratı geçmiş gibi ne gülüyorsunuz uyarısına alışıktım küçüklükten. Sevinmemek de eklenmişti bu garip hayatımıza.

Sonraki günlerde defalarca yağ konusu açıldı, konu komşuya danışıldı, dost meclislerinde anlatıldı. Ne yapılacağı bana göre açıktı, döküp kurtulacaktık ama bu olasılık ne zaman gündeme gelse, gergin hava evi sarıyordu. Beş kilodan değil bu yıl, dört kilodan bir kilo yağ çıktı, ona say diyordun sen. Mantıklı bulunan bu söz onaylanıyor ancak kâbus gibi yüz kilo yağ yine depoda bekliyordu.

Girit’ten beri beraber yol aldığımız, amcamın tanıdığı Eşref abi, müjdeli haberle çıkageldi bize. Sizin yağı satıyorum diye sevinerek. Annem, biz de satardık satmasına da bile bile kimseye verilmez deyince yok, dedi adam, başka bir yol buldum. Yağlı güreş yapılacakmış, yan kasabada, pehlivanlara… ‘Olur mu ki acaba’ yı herkesin gözünde gördüm. Annem, sonuçta yenmeyecek derken azla yetindiğimiz hayatımıza getireceği ferahlığı üfledi sanki. Babam da onayladı. Sen usulca izliyordun herkesi. Ne olur dedin ne de olmaz, örtünü düzeltirken iyice yaklaştım sana, bir gün bu mis kokunu unutur muyum diye düşündüm. Gözlerine baktım, her zamanki gibi dolu doluydu içi. Ah kopel ah, dedin sonra. Beni de ağlattın anneanne.

*kopel-çocuk     Çezza çe eda-şimdi ne yapacağım


Önce Sonra

keyboard_arrow_up