Başrolünde Jake Gyllenhaal, John Malkovich, Rene Russo’nun yer aldığı, yönetmenliğini Dan Gilroy’un yaptığı 2019 yapımı, “Velvet Buzzsaw” adında çok sevdiğim bir film vardır. Film pek çok eleştirmen ve kutsal bilgi kaynağımız olan Ekşi Sözlük tarafından neredeyse hiç beğenilmemiş olsa da bu filmde John Malkovich’in kısa ama etkili bir rolü bulunur. (Beğeniyi fazlasıyla hak eden) Belki sırf bu sahneden dolayı, biraz övgüye mazhar olabilseydi diye düşünmüşümdür çünkü Malkovich’in final sahnesindeki o performansı gerçek bir sanat eseridir. (Belki performans sanatı) Sanat dünyasının iki yüzlü çehresini ve karanlık yönlerini fantastik öğelerle, hayaletlerle anlatan film, son sahnesiyle; hakikati mecaz olmaktan çıkarıp, olduğu gibi, en basit haliyle yüzümüze çarpar.
Deniz kenarında çıplak ayaklarıyla, elinde bir asa ile kumlara çemberler çizer. Dalgalar kumlara vurdukça, kumdan yaptığı çemberler silinir fakat Malkovich yine çizer, durmadan çizer. Hayatı boyunca o çemberin içinde görünür kalmıştır, kalmaya mecbur bırakılmıştır. Nihayet bir gün, dilediği gibi yaşama hürriyetini ister ve çemberlerin dalgaların içinde kaybolmasına bilerek göz yumar. Artık son derece sıradan ve bir gün telaşsız bir şekilde dünyadan ayrılmaya şartları müsait bir insandır o…
Hesaplı Bir Telaşsızlıkla
(Tutunamayanlar)
Gelelim 2003 yapımı gerilim/suç filmi olan Havuz’a.
François Ozon’un yönetmenliğini yaptığı “Havuz” filmi de benzer bir, sıradan olmayı arzulama sahnesiyle açılır. Başrolünde Charlotte Rampling’in yer aldığı, yıllardır çok satan polisiye kitapların yazarı metroda yolculuğu esnasında, bir okuru tarafından tanınınca, “Ben sandığınız kişi değilim,” der.
Ona yıllardır biçilen çok satan meşhur polisiye serinin, meşhur yazarı olma etiketinden bir an için sıyrılır. Yayınevi sahibinin Fransa’daki yazlık evine de başka bir hikâye üretmek, artık başka bir etikete ait olmak niyetiyle giderken (ki bu niyetine sıkı sıkıya sarılarak gitmez, yine aynı kimlik, aynı kafes ve aynı düzenle gider ilk başta), bambaşka olaylar dizisinin içine çekilir. Kendisinin işine çok yarayacak, yepyeni ve hiç tahmin etmediği bir hikâyenin ağlarını yazlık evde örülürken, döndüğünde yeni kitabıyla yeni bir alanda ve yepyeni bir şahsiyetle, belki de ilk kez istediği gibi kendini biçimlendirme şansını da elde etmiş olur.
İnsan kendi tayin ettiği yazgının sınırlarını, sınırsızca çizebilir mi ve bu yazgıyı da bir yere kadar mı sürdürebilir? Veyahut bu yeni yazgısını elleriyle yeniden örme deneyimi de aslında bir yanılsamadan mı ibaret, bilinmez.Filmin sonu, her izleyicinin kendi deneyimlerine/deneyimleyeceklerine has bir şekilde, bu soruya da cevap olağanı yaratır.
Dünyadaki en basit adamla evli. Onun için hayatının erkeği. Adam kekeme…
Yukarıdaki replik, Abbas Kiarostami’nin 2010 yapımı ‘’Aslı Gibidir’’ filminden bir alıntı. Bir sanat kitabının tanıtımı için İtalya’ya gelen Fransız bir yazarla (William Shimell), sanat galerisi sahibi bir kadının (Juliette Binoche) tesadüfen tanışıp, bir oyun oynamak istemeleri üzerine, gerçeklik ve oyun birbirine karışır ve seyirciler olarak da kapılıp gideriz onların baht rüzgârlarına.
Kadın, kız kardeşinin kocasının niteliksiz, herhangi bir methedilebilecek özelliği olmayan bir adam olmasından şikayetçidir. Lakin en çok anlam veremediği husus ise, kız kardeşinin bu adama meftun oluşudur. Dolayısıyla bu basitlik ve basit olana vurgunluk hali, onun için anlaşılır bir hal değildir. Kocasının, kız kardeşinin adını söylerken, m-m-m-m-m Maria diye taklidini yaparak bu durumun ne denli saçma olduğunu vurgular çünkü kardeşine göre bu sesleniş, dünyanın en güzel aşk şiiridir.
Yazar burada devreye girer, basit olma hali ve sıradanlığa kısa ve öz bir övgüde bulunur.
Maalesef basit olmak, o kadar da basit bir mesele değildir.
Sıradanlıktaki sıra dışılığı keşfetmiş ve bu hissi iliklerine dek yaşayan bu çifte, yazarımız, hiç tanımadan arka çıkmış olur.
Yazıya konu olan bu üç filmdeki, sıradan olma arzusuna yer yer övgü, yer yer müthiş bir istek duyarak bunu gerçekleştirme çabalarının özünü Marx şu cümleleriyle anlatmıştı:
İnsanın gerçekleştirme mücadelesi verdiği kendilik, verili bir durum değil aksine sürekli müzakere ve inşa edilen dinamik bir dönüşüm sürecidir. Bu sürecin en temel dinamiği de emektir.
Jung’un Kendilik adını verdiği arketipi ise, bilinci ve bilinçaltı öğeleri birleştiren bir merkezdir. Bu her biri ayrı bela öğelerin birleştiği yerin sonsuz dinamizminden şüphe edil(e)mez. Kendilik kavramından kasıt, ben’le örtüşmeyen ama ben’i, büyük bir dairenin küçük bir daireyi kapsadığı gibi kapsayan, ruhsal bir bütünlük ve merkezdir.
Kendilik, henüz doğumunda bile haset ortak güçler tarafından tehdit edilen kahramandır; herkesin sahip olmak istediği, kıskançlık kavgalarına yol açan bir mücevherdir, kötü ve karanlık ilk güç tarafından parçalanan Tanrı’dır.
Not: Son paragraf, Aylin KURYEL’İN derlemesi “Sıkıntı Kavramı Üzerine Denemeler” adlı kitaptan faydalanılarak yazıldı.
Keyifli Okumalar.