© 2025 Kulta.
Duygu Özsüphandağ Yayman N°1 / Güz, Öykü
Ölüm korkusu hikâye… Asıl, yaşamak korkusu sarmış bu adamı. Tadına varamadığı hayattan öcünü, Allah’ın günü onu öldürerek almanın derdinde. Göğüs kafesinde esir olmuş. Kendine de etrafına da dar ediyor aldığı nefesi. Uzun atlamayla geçtiği gençliğini, gün yüzü görmedik heveslerini kimseler bilmesin diye kaskatı kesilmiş sesi de sakalları da… Çevresinde bir yaşam enerjisi hissetmeye görsün, hemen söndürmeye girişir. Tasarrufmuş. Peh, hayat cimriliği desene sen şuna. Yazın “Terledim.” Kışın “Üşüdüm.” Romatizmaları sızlasa, “Eyvah, yağmur geliyor!” Her mevsime var bir itirazı. Anam da böyle sinamekiydi, rahmet istedi zahir. “Çok gülmek, ağlamak getirir,” derdi de kahkahalarımızı kursağımızda bırakırdı. Her mutluluğun ardında bir hazan beklerdi. Belki de ondan, inadına gülüşlerim.
Diyorlar ki, bu herifin hâlleri yaşlılıktan, hastalıktan. Yalan. Gençliğini de bilirim, aynı mahallede büyüdük. Biz tozlu tarlalarda top koştururken o, kaknem suratıyla kenarda seyreder, sonra vira eleştirirdi oynayışımızı. Suratının kemikleri iyice çıkardı. Her şeyin en iyisini o bilir, kimseleri beğenmez. İyi, pekiyi. Sen oyna o halde. Nerde… Ama kahvede, orda burda, çevresine topladığı bedavacılara, “Gençken falancasporda top koşturdum,” diye gerinmeyi bilir. Onlar da sormaz, “Geçende iyi kaleciyim diyordun, hangi topu, nerde koşturdun?” diye. Avanta çay içmek dururken… Hâlbuki ilk çaylar, alacak hanelerine yazılmıştır çoktan. Palavracı kahveci, günün ihtiyaçlarına göre çevresine çay ısmarlar. Terziye verdiği eski hırkasını, diktirdiği yeni önlükten düşer. Geçen yıl manavdan bir kasa portakalı, hanımına mevlit okutarak ödemişti misal. Kaşıkla verip kepçeyle alır. Cami derneğine girmiş, olanca mümini müdavim yapacak sözde. Orada da atıp tutuyormuş, “Dinimiz âmin,” diye diye. Biliyor tabii en çok müşteri nerede.
Sonra, aynı devreyiz biz. Tezkereyi bile birlikte aldık. İnsanın bir askerlik anısı, arkadaşı olmaz mı? Kurak toprak misali tohum tutmaz kalbi. Hep böyleydi. Gençken de ihtiyardı. Yaşlı demiyorum bak! İçinde kurumuş bir çekirdek vardı âdeta. Hiç tomurcuklanmadı, filiz sürmedi… Bir kızı sevsin, kara sevdalara tutulsun, bir işi ülkü bellesin ya da ne bileyim; Türkân Şoray’ı, Muhterem Nur’u izlerken içi coşsun, Hulusi Kentmen’e bürünsün mesela… Yok. Gözünde hayal perdesi yok. Biz Melek Sineması’nı komşu kapısı bellemişken, kolejli kızların servis saatinde nöbet durduğumuz çarşı girişini Hergele Meydanı yapmışken o, kedilerin kuyruğuna teneke bağlar, sinek avlar ya da yine birilerine verip veriştirirdi. Görücüyle nişanladılar bunu. Kızcağızı bir gün olsun allayıp pullayıp yanında gezdirmedi. Kuruttu zavallıyı da. Baba olmak yaramadıysa gönlünü yumuşatmaya, artık gerisini arama. Çocuklarının süt kokusu, büyüme iştahları iyi ederdi onu, eğer biraz umut olaydı.
Ana rahminde tutunamasın diye verilmiş uğraşların nafile sonucu o. “İyi ki doğdun,” denmemiş, varlığı kutlanmamış ki… Ana babasından görmediği sevgiyi nasıl versin kendi zürriyetine. İnsan, kalbinden üreyebilmeli oysa. Hissi kadar nefes vermeli dünyaya. Misal, ağaca dokunmayan, yaprağın canını parmağında duymayan, dalganın kayaya çarpışında denizin nefesini almayan…
Nereleri karıştırtıyor insana. E ama şimdi, gel de düşünme.
İnsan, koca bir ömrü tek bir günmüş gibi yaşar mı? Kilidini babadan devraldığı dükkânda ocağı yak, çayı demle, bardakları klorakla, yerleri paspasla, sandalyeleri kapı önüne at, sonra bir hışımla toparla… Hesapsızca, içten gelerek iki lafın belini kırmadan kırk yıldır hep aynı suratla, hep aynı dolap beygirini döndür! Sade hayat cimrisi değil, cebine de cimri. Çırak bile almadı yanına. Hoş, alsa ona da el vermezdi ya…
N’apalım? Mahallemizin esnafı işte… Yıllardır gittik geldik tabii kahvesine… Kocamış suratının değil, eş dostun, ayak alışkanlığının yüzü suyu hürmetine. Epeydir ayağımı kesmiştim. Sahil boyundan ferah ferah yürümek varken mahalle aralarına girmeyi istemedim. Denize nazır temiz bir kahve de açılmış yeni. Oh! Bu yaz hiç uğramadım mekânına. Dün akşamüstü torunu patakladığını duymasam yine yolumu düşürmezdim. Yenge geldi, rica etti, “Şununla azcık konuşuver komşu, bir süre yüzünü yerden kaldıramaz sen çıkışınca,” dedi. Karısının hatırına gittim. Diyecektim ki, “Biz alıştık da aksiliğini çocuklardan uzak tut, nobran herif! Dükkândan yaka paça def ettiğin şu toruncağızın hatırı yaşından büyük, nazarı dikkatimde.”
Gittim, ne göreyim. İçeride filmciler. Işıklar yakılmış, kameralar sıralanmış, suratlar fondötenlenmiş. Paraya kıyıp yeni örtüler bile çekmiş masalara.
“Hayırdır?” dedim, kapı önüne toplananlara.
“Filim çekiyor kaaveci.”
“Ne filmiymiş o?”
“Bildiğin filim… Mahalleyi, kaaveyi filan anlatacakmış. Feyse koyacakmış, eski kaaveci ya…”
Anlaşılan bu sefer figüranlık peşindeydi bedavacılar. Bizimki de kitlesini genişletme peşinde. Buradan ayağımı keseli beri neler değişmiş yahu, dedim. Meğer epeydir gelir gidermiş kameracılar. “Şimdi devir, internet devri. Herkes bir şeyler anlatıyor. Nasıl olduğun şart değil, ne anlattığın önemli,” deyip duruyorlarmış. Bunun da elinde telefon, ha babam kendini, kahveyi çekiyormuş. Başı sonu olmayan, abuk sabuk videolar koyuyormuş sayfasına. O günden sonra meraktan baktım. Nasılsa internetlerde palavra gırla. Aldı mı beni bir gülme…
“Yahu bunun nesinin filmini çekiyorlar! Hepsi hepsi eder on cümle. Gelsinler, ben anlatayım.”
Paraya nasıl kıymış da filmcileri tutmuş, diye soracak oldum. Cami Derneği’nin elemanlarıymış, bağış, bayram, cuma videoları çektiriyormuş dernek. “Haaa!” dedim, “öyle desenize…” Şimdi anlaşıldı mesele.
İşte efendim, madem feysten yalan yanlış mevzular yayılacak, bu herif dükkânda kendine inanan kimseyi bulamayınca palavraları buradan sıkacak; dedim ki cümle âlem bilgilensin. Film yapılıp da internetlere salınasıya kadar feysbuka yazarım, kahveci gerçekte kimmiş. Etiket de ekleyince sayfasındaki herkes görürmüş. Elim armut mu topluyor!
Olur da bu yazıyı okuyanlar o filmi izlerse unutmasın sözlerimi. Gerisi hikâye!