Biz Tilda ile Bulgaristan’ın kırsalında, gri bir gökyüzünü yıllarca ezberleyerek büyüdük. O sokaklar, toprağa karışmış yoksulluk ve çaresizliğin kokusunu taşırdı. Benim omuzlarımda annemin suskunluğu, babamın beklentisi ve küçük kardeşimin “Sen bizi kurtaracaksın.” umudu yük oluyordu. Tilda ise alkolik babasının karanlıkta bıraktığı ailesine ışık olma çabasındaydı. İkimiz de bu hayatın içinde sıkışmıştık; tek fark, ben değişime inanıyordum, Tilda ise buradaki her anın boşuna olduğunu biliyordu.
İlk karşılaştığımızda kırık bir durakta, birbirine karışmış saçlarına rağmen gözleri parlayan Tilda’nın sözü hâlâ aklımdadır: “Bu şehir sadece sabredenleri değil, unutmayı öğrenenleri de yutuyor.”
Liseden bir arkadaşımızın Talin’den gönderdiği tek cümlelik mesaj her şeyi değiştirdi: Gece kulüplerinde çalıştığını ve “iyi kazandığını” söylüyordu. O an karar verdik: Gideceğiz. Ailelerimiz kuaförde çalıştığımızı sanıyordu. Bulgarista’’da kimseye anlatamayacağımız bir hayatı; başka bir şehirde, gölgelerden çıkarıp özgürce yaşayabilirdik.
Gidişimiz sessiz oldu. Sırra kadem basar gibi çıktık yola. Talin’e ilk vardığımızda yüzümüze çarpan soğuk rüzgârın içinde kimsenin bizi tanımadığı, kimseden bir beklenti taşımadığımız bir özgürlük vardı. Taş kaldırımlı, sisli sokaklar bin yıllık hikâyelerle doluydu; biz ise o hikâyelerin görünmeyen cümleleriydik.
Küçük bir gece kulübünün barında işe başladık, sonra sahneye çıktık. Artık gri gökyüzüne karşı dans edebiliyorduk. Paranın bir kısmını ailelerimize yolluyorduk. Kardeşim okuyacak, Tilda’nın ailesi geçinecekti. Biz, karanlıkta ışıldayan barların sahnesinde kendimize birer maske takıyorduk: Kalın eyeliner, belirgin allık ve parlak kırmızı ruj; hepsi, topluma direnişin koruyucu bir tabakasıydı. Sahne ışıkları altında bedenimiz değil, geçmişimiz siliniyordu sanki.
İlk altı ay, yeni bir hayata doğduğumuzu sandığımız bir sarhoşlukla geçti.
Ancak her masalın bir bedeli vardır. Tilda, o bedeli eroinle ödemeye başladı. Başta sadece “geceyi yumuşatmak” içindi, sonra sabahları da susturması gerekti. “Kafamı susturmak için başka yol bulamıyorum.” diyordu. Ben ise o büyülü dumanın ardında kayboldukça gözlerinin içindeki çocukluğun eriyip gidişini izledim. Onun sessizliği, benim kelimelerimi de boğmaya başlamıştı.
Her gece sahneye çıkmadan önce aynada buluşur, tüm hüznümüzü palyaço maskesinin ardına gizlerdik. Bir gün fark ettim ki: Sahnedeyken gülüyor, şakalaşıyoruz ama içimizde yankılanan sesleri kimse duymuyordu.
O aralar, her ay kısa süreliğine Talin’e gelen Macit ve arkadaşıyla tanıştık. Bir gece barın köşesinde otururken Macit, yanlışlıkla başkasının bavulunu aldıklarını anlattı. “Kendi bavulumuzu unuttuk, başka bir hayatın içini açtık.” dedi. İçinden çıkan mahrem eşyalara şaşırmış, kendi “özel geceleri” için önemli şeylerin kaybına üzülmüşlerdi.
Bu hikâye içimde bir şeyleri tetikledi. O bavul sadece birkaç eşya değildi, kontrolü kaybettiği bir parçaydı. Tıpkı bizim bu şehirde unuttuğumuz kimliklerimiz gibi… Bavulu yanlış alıp başkasının mahremine bakmak… Ya da bizim geçmişimizin başkalarının eline düşmesi… Hepsi bir metafordu. Aklıma geldi: Ya bizim bavullarımız da karışmışsa?
Tilda o sıralar sürekli yorgundu, yüzünde alışkanlık hâline gelmiş yorgun bir palyaço gülümsemesi taşıyordu. Bir gece fısıldadı: “En kötüsü ne biliyor musun? Kim olduğumuzu unutuyoruz burada. Bazen maskeyi çıkarsam bile altımdaki ben kimim, bilmiyorum.” Aynı boşluk beni de yavaş yavaş içine çekiyordu.
Bir gece Tilda gelmedi. Telefonu kapalıydı, adresi yoktu. Barın arka odasında yalnız başıma makyaj yaparken ilk kez ağladım. Rimelim aktı ama sahneye yine çıktım. Palyaçolar ağladığında bile güler yüzle sahne alır.
Birkaç gün sonra koridorda rastladım ona. Omuzları düşmüş, gözleri sisliydi. Konuşmadı. Ben de sormadım. Onu odamıza çağırdım, yorgun iki hayalet gibi yan yana oturduk. Fısıltıya benzer bir sesle konuştu: “Ne kadar susarsak o kadar kayboluyoruz gibi geliyor bana…” Biliyordum: O kısacık mesafe, aramızda bir uçurumdu artık.
Ertesi sabah, yatağı boştu. Gitmeden önce bıraktığı tek şey, ruj lekesi bulaşmış küçük bir nottu: “Ben burada kaybolmadan önce kendimi bulmalıyım.”
Gidip nereye saklandığını bulacak cesaretim yoktu; bu seferki gidişin yönü dışarı değil, içeriydi.
O akşam ilk kez sahneye çıkmadım. Odamda, onun bavulunun açık bırakılmış fermuarını izledim. İçinde ne olduğunu bilmiyordum. Açmaya cesaretim de yoktu. Çünkü o bavul artık bir kutuydu; anılarla, pişmanlıklarla ve yarım kalan şarkılarla dolu bir kutu. Kapağını kaldırırsam, oradan sadece eşyalar değil, geçmişim dökülecekti.
Günler geçti. Bir akşam sahneye çıkmadan önce rujumu sürdüm ama bu kez gözlerimin altındaki çizgilerle savaşmadım. Artık maskeye ihtiyacım yoktu. Tilda’nın en sevdiği parçayla çıktım sahneye, ne dans ettim ne şarkı söyledim. Sadece durdum. Gösteri bitince çantama uzandım. Odanın aynasına bir not bıraktım:
“Giden kim olursa olsun, kalan hep en çok bekleyendir.”
O gece otelden ayrıldım. Yanıma sadece küçük bir çanta, biraz para ve Tilda’nın eski fularını aldım. Bavul orada kaldı. Belki bir gün açılır diye…
Talin arkamda sessizce kapandı. Bir şehirden çok, bir hayali geride bırakmak gibiydi. Ama yolda hissettiğim şey hafiflikti.
Çünkü artık geçmişimi taşıyan bir bavul değil, içimde yankılanan bir hikâye vardı.
Ve hikâyeler, kaybolmaz.