Sokak sabah sessizliğinde uyanıyor.
Güneş öylece parlamıyor —
sanki biraz geri çekilmiş,
bugün sana yer açmış gibi.
Adımlarımın sesi kalbimle aynı ritimde.
Ne hızlıyım, ne yavaş.
Sadece uyum.
İnsanlar geçiyor yanımdan.
Hiçbirine bakmıyorum.
Bu sabah,
bakmak değil —
duymak istiyorum.
Her şeyin iç sesi varmış gibi geliyor.
Binaların, ağaçların, hatta kaldırımların.
Sanki düşten kalan bir frekans taşıyor hepsi.
Ve içimde bir ses:
“Bugün olacak olan,
dün gördüğün düşün yankısıdır.”
Bir köşe başında duruyorum.
Neden bilmeden.
Bildiğim tek bir şey var:
Burası yeni bir şeyin başlayacağı yer.
Telefon çalmıyor.
Kimse gelmiyor.
Ama içimden biri yaklaşıyor bana.
Bir ses,
çok eski bir tanıdıklıkla.
“Hazırsan, bu defa unutmayacağız.”
“Bu defa, düşleri yalnızca geceye bırakmayacağız.”
Omzumda bir hafiflik hissediyorum.
Yük değil.
Yer açılmış bir yer.
Düşü gerçeklikle birlikte taşıyabileceğim bir yer.
Ve içimden şu geçiyor:
“Rüya, yalnızca gecenin taşıdığı bir şey değil artık.
Çünkü bu kitapta, rüyaların adı düş olacak.”
Rüya görüp geçilendi,
düş ise hatırlanıp taşınandı.
Gördüklerim değil, taşıdıklarım yazıyor bu hikâyeyi.
Her düş, içimde bir hafıza kıvrımı açıyor.
Bir hatırlayış biçimi.
Bir zaman kırığı.
Bir sesin geri dönüşü.
Artık her sessizlikte,
her adımda,
her bakışta…
bir düş taşıyacağım.
Göze görünmeyen,
ama yolu belirleyen o içsel haritayı.