“Falanca durağa şimdi geliriz göğe bakalım
İnecek var deriz otobüs durur ineriz
Bu karanlık böyle iyi aferin Tanrıya”
Turgut Uyar – Göğe Bakma Durağı
“Dur oğlum. Kime diyorum.” Gökyüzünden bir parça buluta tasma takmış gibiyim. Kara benekleri ağzının iki yanında bana bakıyor. Bulutun bakışları iki kara meşe gibi “Hişşttt! Yavaş oğlum.” Her kayış gerildiğinde, avuçlarıma saplanıp duruyor nasırlar. İşe erken gitmesem, belki o da alışır diyorum evden geç çıkmaya. Şuncacık köpek tutar herhalde çişini. Onun da mesaisi yok ya. Otursun sıcacık evinde. Ben mesela yeri geldi mi bir tutarım çişimi, övünmek gibi olmasın rüyamda şelale görsem salmam.
O zaman çocuğuz tabi. Bir mendebur taş, hayal meyal acısı geliyor aklıma. Sarı bir tarlanın ortasındaki ağacın altında, yatırıp duruyordu beni toprağa. Bizim bozkırın griliğine benzer taş gibi erkeklik var serde, biraz da mahcubiyetle eyvallah demiyorum. Anamın dizlerinin mesailerinden biri de acımı dindirmek için beni sallamak. Bir kılıç gibi girip yarıyor yanlarımı. Öyle eş dost gibi tanıdık bir acı. Sen gel tıka umumi yolları. Mesaneme eli mahir bir doktor hortumu döşeyince, köyüme su gelmiş, musluğum şenlenmiş gibi oldum. Öyle gürül gürül işedim ki acildeki uyuyan bebeler uyanmasın diye kapıları kapattılar. Ama bu bizim maaş düşmanı. Yedimi mamayı başlıyor viyk viyk, hav hav hauuuvvv hauuvvv demeye. E bir de kiracıyız yani. Konu komşuya eğik boynumuz. Kırılıp dökülüyorum apartman boşluklarında. Bu memuriyet böyle işte. Mecbur kılıyor insanı sabahın körlerine, habis bakışlı komşulara, parayı mezara götürecek ev sahiplerine…
Her sabah, sabah dediysem zifiri karanlık yani, beyefendiyle direkleri, duvarları sulamaya çıkıyoruz. Önce çiçek koklar gibi incelikli koklar dip köşe, sonra bir alım çalım kostak oynayan dayılar gibi duvar dibinde seke seke ilerler. Büyük abdestinde ise Mevlevi dervişi sanırsın, mübarek döne döne birkaç tur atar sonra yine bir ayak yukarıda salar usulca.
O sabah çiçek sulama işindeyken tanıdık bir ses işittim. Zaten bu saatler öyle kör bir sessizlik var ki, karşı apartmanda komşu osursa duyarsın. Bizim apartmanın meşhur demir bahçe kapısı vııııyyyykkk çaat diye açılıp kapandı. Ben de komşu apartmanın duvarının oradayım. Kafamı şöyle bir uzattım. Yine o kadın, elinde çantası bir koşu çıktı binadan. Bir eliyle saçını düzeltiyor. Ardından bir kez daha kapı açıldı. Vıııyyykkk çaatt. O kısa boylu adam. Onun da boynunda atkı, kafasında bere. O da koşuyor kadının ardından. Onun da elinde bir kova var. Yerden bitme bir herif, sanki kadının ardından koştukça ufalanıyor boyu. Uzun zamandır bu ikisini böyle apartmandan çıkarken görüyordum. Başlarda pek dikkat etmedim. Bana ne yani apartmanın Veysel Efendisi ben miyim? Apartmanda çoğu kişiyi tanımam etmem. İşten eve evden işe… Üç beş komşuyla merhaba merhaba benimki. Ama bu kadın ve adam da bir tuhaflık vardı. Her sabah neredeyse aynı saatlerde bizim apartmandan dışarı çıkıyorlar. Bazen sokak kapısında bazen bahçe kapısında görüyorum onları. Biz köpek sahipleri genelde belli zamanlarda çiş kaka merasimine çıktığımız için çoğu kişiyle aynı saatlerde dışarıda tesadüf ediyoruz. Ama bu ikisini sadece binadan çıkarken görüyordum. Şimdi diyeceksiniz “E işe koşturuyorlardır. Servis mervisleri” vardır. Ben de öyle düşündüm. Memur adamız ama biliriz işçinin halini de. Servis mervis, gece vardiyaları, mide yakan poğaçalar, Çin susamı simitler, karton bardakta leş gibi çaylar… Memuriyetten önce biz de o yollardan geçtik çok şükür! Ama bu ilk değil ki. Pufpuf’un müsaade buyurduğu uyuyakalıp geç çıktığım sabahlar hariç her sabah görüyordum bunları. Hep aynı sahne; önce kadın çıkıyordu telaşlı kafası önde, birkaç saniye sonra da o yerden bitme herif elinde kovasıyla. İstisnasız kadın önde, geçtiği yerde hoş bir koku bırakıyordu. Adam da hemen arkasında. Metreyle ölçülmüş gibi aralarındaki mesafe bile değişmiyordu.
Ben bunları böyle her sabah gördükçe, bu hal bende bir takıntı halini almaya başladı. Bazen sağıma soluma bakıp uçuşan poşetler ve yapraklarla sokağın tenhalığından emin olunca kendimi çimdikliyorum rüyada mıyım diye. Ama rüya değil işte. Merak buyurmayın bir iki kez ben de akıl edip düştüm peşlerine, en azından merakımı söndüreyim dedim. İşçiyse, servisse, sabah mesaisiyse…Bundan sonra saygıyla bakarım. İki gözümü kısıp dudaklarımı genişleterek dostça selamlarım diyordum. Ama yok. Ya Pufpuf Efendi kurbağa gibi yapışıyordu yere ya da tam sokağın sonundaki parkın köşesinde gözden kaçırıyordum. Bazı sabahlar alarm kurup erkenden inip pusuda bekliyordum. Görebileceğim bir noktada onları kolaçan ediyordum. Birkaç sabah kadının kabanında gri mavi boya izleri görür gibi oldum. Bir yandan da adamın kovasına gözlerimi dikip içinde ne var diye merak ediyordum. Taşıdığı büyükçe metal bir kovaydı. Adamın boyu kısa olduğundan yere değdirmemek için epey çaba harcıyordu.
Artık sabah rutinim gibiydi. Pufpuf bile bu ikisini görünce huysuzlanıyordu. Onların gittiği yöne dikkat kesiliyor, havayı uzun uzun kokluyordu. Ama ben arkalarından gitmeye çalıştığımda yere çivilenmiş gibi direniyordu. Ne zaman apartmanımızın kapısını duysam onlar mı diye köpeği sürükleye sürükleye apartmanın oraya götürüyordum. Seslensem arkalarından diyorsunuz. Yok canım daha neler. Hem seslensem ne diyeceğim. Hani azıcık sohbet vuku bulsa aramızda yine neyse. İnsanların işine burnunu sokan tiplerden değilim. Bana ne canım. Memuriyete zor kapak atmışım, işimden gücümden olurum neme lazım. Kaldı ki ben bizim apartmanda mı oturuyorlar ondan bile şüpheliyim. Yöneticiye soracak gibi oldum bir seferinde. Anahtar şıngırtısıyla apartman boşluğunda bir bekçi gibi gezindiğini düşününce bana musallat olur diye vazgeçtim. Hele bazı sabahlar tam ezan vakti, tövbe estağfurullah, birden bitiveriyorlar kapıda. Tüylerim diken diken oluyor. Ne var canım? Size de anlatmışlardır, ezan vaktinden önce in cin top oynarmış sokakta.
Tabi bunlar öyle kapıdan birdenbire çıkınca benim tüyler yine diken diken oldu. Bir de üstüne komşu camilerden onar saniye arayla ezan okununca daha bir tuhaf oldum. Hani sanki öyle korkunç bir şey olacakmış da tek ezan yetmez arka arkaya birkaç kez okumak gerekiyormuş gibi. E bir de sokak köpekleri uluyor. Sırtımdan aşağı soğuk bir el girmiş gibi titredim. Ama bu sefer kararlıydım, gözlerimle de düştüm peşlerine. Peşlerinden gitsem mi diye bir tereddüt ettim. Kalbim ilk aşkına tutulmuş gibi atıyordu. Adımlarım titrek ama merakım da bir o kadar çok. Her sabah yaşanan bu belirsizliği nihayete erdirmek için düştüm peşlerine. Pek gönüllü olmasa da köpekten de cesaret alıp tek kolumla kavrayıp koltuğumun altına yerleştirdim. Fukara bana ne faydası olacak sanki. Kangal neyim olsa en azından… Kadın önde adam arkada dur durak bilmez telaşelerini geride bırakarak koşturuyorlardı. Ben de boş adam değilim. Memuruz ama göbek de büyütmüyoruz döner sandalyelerde. Hızlandırdım adımlarımı. Parka yakın bir kebapçı var, oraya vardıklarında daha da hızlandılar. Beni fark ettiler falan mı diyorum ama hiç oralı değiller. Arkadaki ufarak adam ben yaklaştıkça daha da küçüldü sanki. Elindeki kova da bir boya kovasına benziyor, içinden de yere bir şeyler dökülüyordu. Dikkatli baktım kırmızı turuncu boya damlaları. Boya ama nasıl boya. Üniversite öğrencisiyken badana boya yapmışlığım var. Ben böyle güzel kırmızı böyle ateş parçası turuncu görmedim. Biraz daha baksam ayağım takılıp kafa üstü düşeceğim. Sonra öndeki kadın parkın köşesine vardığında kafasını kaldırıp gökyüzüne baktı. Arkasına dönmeden “Geç kaldık” dedi. Adam da kendi küçük olduğu gibi sesi de az çıkıyor, zar zor, “Yok, yok nerdeyse yetiştik.” dedi. Kadın çantasını açtı. Boya fırçası gibi bir şey çıkarmaya başladı. Yani fırça dediysem siz deyin beş ben diyeyim on metre.
Çantadan çıkardıkça çıkardı. Göğe değecek neredeyse. Ucu bucağı yok. Adam, “Acele etme. Daha zaman var.” dedi. Kadın bunu tersledi. Arkasına dönmedi ama ben yüzünün aldığı hali tahmin edebiliyordum. Kaşlarını çatıp dudaklarını buruşturup söyledi. “Kimin yüzünden acabaaa…” dedi. A’yı uzatarak. Hatta birkaç A havada asılı kaldı. Öyle hızlandılar ki benim kalbim ağzımdan çıkacak. Her zaman turladığım sokak. Bu kadar uzun muydu? Koltuğumun altında Pufpuf debeleniyordu. Arada da kadının arkasından gökyüzüne bakıp havlıyordu. Beni fark edecekler diye endişelendim. “Dur oğlum. Çişin bokun sırası mı?” diyordum içimden. Hayvanı da sıktıkça sıkıyordum koltuğumun altında. Ben koşar adım gidiyordum ama içimden de bir ses “Oğlum diyor in midir? Cin midir? Bu kadar acele etmesen.” İkisinin de ayaklarına dikkatle baktım ters mi diye. Değil. İnceden bir ferahlık yaladı yüreğimi. Sanki ayaklarımın altında bir yürüyüş bandı var, ne kadar hızlansam da aradaki mesafe kapanmıyordu. İçimden de “Bir terslik var oğlum, bu park bizim park mı? Mübarek Central Park sanki” diyordum. Git git bitmiyordu. Nihayet ben de parkın köşesine kavuştum. Kadın mesafeyi epey açmıştı. Bizimse iki erkek ayaklarımız halı gibi silkeliyordu götümüzü. Kadın parkın ucuna vardığında, koş aslanım yine kaybolacaklar gözden dedim. Parkın köşesinde büyük çınar ağaçları var, orayı dönerlerse görmem mümkün olmayacaktı çünkü. Artık Pufpuf’u da kendimi de yitirdim. Tabana kuvvet…
Parkın köşesini döndüler ben de peşlerinden. Tam köşeyi döndüğümde ayağım köşedeki çöp bidonuna takıldı. Hay aksi, böyle şeyler filmlerde olur sadece diye düşünüp sinirlendim. Sonra parlak bir ışık gözlerimi kamaştırdı. Zenon far taktıkları arabalarıyla mahallede tur atan gençlerin arabalarından sandım. Gözüm biraz ışığa alışınca karşı durakta kırmızı, turuncu büyükçe bir otobüs olduğunu fark ettim. Otobüs gün batımındaki bulutlara benziyordu. Büyükçe bir Vosvos gibi. Kadın ve adam duraktaydılar. Koşturmadan nefesim kesilecek gibiydi. Artık onları görebildiğim için yere çömeldim. Pufpuf endişeli bir şekilde canhıraş havlıyordu. Ben eğilince yere inmek için hamle yaptı. “Dur oğlum. Yeter!” dememe kalmadan, az öncekinden daha da parlak bir ışık, düğün fotoğrafçılarının makinesi gibi parlayıp söndü. Gözüm karanlığa alışınca kadın da adam da otobüs de yok oldu. “Na, na, nasıl?” diyebildim sadece. Gözden kaybolmuş olduklarına inanamayarak yolun karşısına koştum. Etrafıma bakındım ama nafile. Otobüs, kadın, adam…Hayal mi gördüm dedim. Pufpuf bir kez daha yere inmek için debelenip elimi ısırınca feci canım yandı. Rüya değil dedim. Boşlukta salınan kafamı sağa sola istemsizce döndürdüm. Durakta ikimizden başka kimse yoktu. Ezan susmuştu. Köpek sesleri de. Havada aydınlanmaya başlamıştı. Pufpuf yere inince gökyüzüne doğru havlamaya başladı. Az önce donuk griyle örtülü olan bulutlar, şimdi ince bir ışığın içinde yıkanmış gibiydi. Renkler tazeydi; havada yeni sürülmüş bir boya kokusu vardı. Gökyüzü ince bir kızıllıkla tutuşmuştu. İyice emin olmak için duraktan yola doğru bir iki adım attım. Durak boyunca yerde boya lekeleri vardı. Kafamı yukarı kaldırdım. Durağın üzerinde Göğe Bakma Durağı yazıyordu. Şimdiye kadar bunu fark etmediğime şaşırdım ve ince bir tebessümle gökyüzünün ince bir kâğıt gibi tutuşmasını izledim. Yüzümdeki gülümseme ışıkla beraber büyüyordu. Elimin acısı dahil tüm acılarım hafiflemiş gibiydi. Keşke ben de boyayabilseydim dedim. Ellerimden turuncu boyalar damlıyordu yere. Kulağımın dibinde bir fırça hışırtısı. Boyum ferahlatıcı bir hisle gittikçe ufalıyordu. Pufpuf tüm yüzümü kaplayan diliyle beni yalıyordu.