menu Menu
Kayıp Zamanlarımın Yolculuğuna Mektup
Bu yolculuğun tanımı serserice olmalıydı. Yerleşik korkularımız, bir eğlenceli oyunun bittiği anlamına dönüşmeliydi artık. Göçebe ruhlarımız, ayaklanıp düşmeliydi adına “sevda” dediğimiz yollara. Oysa bu yolculuğun adını sen koymuştun, o nehirler henüz mecrasını bulamazken…
Adnan Gerger Deneme, N°3 / Yol
Köksüz Bir Vaha Önce Gün Batmadan Shakespeare Sonra

Bu yolculuğun tanımı serserice olmalıydı. Yerleşik korkularımız, bir eğlenceli oyunun bittiği anlamına dönüşmeliydi artık. Göçebe ruhlarımız, ayaklanıp düşmeliydi adına “sevda” dediğimiz yollara. Oysa bu yolculuğun adını sen koymuştun, o nehirler henüz mecrasını bulamazken…

Nicedir yolcu olmak, sana varmak istiyorum. Biliyorum, bir yola düşsem bir düşebilsem bedenimde biriktirdiğim duygularımın telaşı ve korkularımın panik atağını bir kenara bırakacağım… Nasıl, bir Mezopotamya sıcağını yol yaptığımda seni gördüğümde üzerime çöken ve ruhumu gri bir gökyüzüne çeviren bu kurşuni ağırlık sihirli bir biçimde ortadan kalkmışsa, işte yine o yolcu olmak istiyorum. 

Yolcu olmaktır bütün mesele. Ünlü İspanyol şair Antonio Machado’nun dediği gibi: “Yolu yol yapan yolcudur…” Seni gördüğüm o an, o ilk an başladı yolculuğum. 

Mezopotamya’nın orta yeriydi sanki. Sen Mezopotamya’nın orta yeriydin işte. Her şey sıyrılmıştı üzerimden, bir yağmur bulutu gibi hızla uzaklaşmıştı korkularım. Anladım ki bu yolculukta ne hükmü geçecek yasakların ne de basit bir hevesin. 

Seni gördüğüm o an, o ilk an bedenimden sıyrılanlar aslında yıllardır sığındığım suskunluğun tortusuydu. “Sığındığım suskunluktu.” dedim, sana. Sen, “Yaşamın bir yerinde su birikintisi gibi durduğumuz o kayıp zamandan kaçan yolcularız.” dedin.  

Meğer nasıl susamışız aşka. Susamışız; birbirimizden habersiz, aşkın teslimiyet olduğunu bilmeden susayıp durmuşuz öylece… Oysa Mezopotamya’nın kendisi bir yolculuktur, değer yargılarına boyun eğmeyen. Sonrası bu yol, bu yolculuk özgürleştikçe tanyeri olurdu bir ömrün. 

Şimdi, yeni yeni öğrendiğim kanat çırpmalarımla sana doğru yol alıyorum: Kiraz zamanı olabilir de ayva sarısında da varışım. Sen menzilimin ilk kapısı, beni bekletmeyeceksin; sorulara dönüşmüş o esintili iklimlerin tekrarında. Tek istediğim, açık bıraktığın pencerenin mavi perdesi ve o perdenin ardında tekrar  “merhaba” diyeceğim bir hayat… Ben, tedirginliğimi geride bırakan bir ayrıntıya dönüşürken sen varacağım coğrafya olmanın gururunu yaşayacaksın. Keşfedilmeyi bekleyen iki nehir arası bir yerde, beni sana bağlayan tüm halatları düğümleyecek gücü senden alacağım. Bu ülkede, bu kutsanmış trajedi ülkesinde, sana “Mezopotamya ayinini” ve “sonralarını” anlatacağım. Sen ise bir çölün kumla ilişkisinde yaşanılanlar gibi, o iki nehir arasındaki sessiz çığlıklarımın ilişkisiyle başlayan her şeyi…

O Mezopotamya yazında karşılaştık, günün o saatinde iki nehrin tam orta yerinde. Bir yaz ayininin başlangıç duaları yıldızlardan aktı ikimizin yüreğine. Bu bir varış noktasıydı ama aynı zamanda bilindik tasarımın çok dışındaydık. Yasaksa yasak ilişkiler dense ne çıkar? Bu yolculuğun tanımı serserice olmalıydı. Yerleşik korkularımız, bir eğlenceli oyunun bittiği anlamına dönüşmeliydi artık. Göçebe ruhlarımız, ayaklanıp düşmeliydi adına “sevda” dediğimiz yollara. Oysa bu yolculuğun adını sen koymuştun, o nehirler henüz mecrasını bulamazken… Ki o nehirler, ne coğrafyanın çizdiği haritalarında yer alırdı ne de kayıp zamanımın katı kurallarına bağlıydı. Bu yolculuğum her ne kadar bir inancın derinliklerine yaptığım düşsel bir yolculuktan öte bir şey değilse de benim gerçekliğimdi. Bu yolculukta attığım her adım, geçmişin tortularından arınmaydı Bu yolculukta aldığım her nefes, bilinmeyene duyulan o tarifsiz cesaretin fısıltısıydı. Bu yolculukta üzerine bastığım her taş, o kadim ateşti, benim gerçekliğim.

Sana vardığım o an, dudaklarında şirin gülümseme gözlerinde mutluluk olmalı, bakışınca kalbimiz hızlı hızlı çarpmalı, yeni yetme gençler gibi ilk kez öpüşüyormuşuz gibi heyecanlanmalıydık. Bir tatlı ürperti, yolluk olmalıydı bize. Utangaç ve biraz da korkak… Ama o ateş yandı, yanacak yüzünde, o Mezopotamya’nın orta yerinde. O ateş, sanki gökyüzünde, sanki yeryüzünde ve sanki nehiryüzünde…

Sonralar sıkıştı bir ceberut korkuyla ay ile sonrasız gece arasında. Korkuyordun. Sen korkuyordun ayrılıklar gelip çatarsa diye.  Ay ayakta, yanı başımızda ölürse, gece yarı aralık bir kirpik gibi elimizde kalırsa diye korkuyordun.Ama unutma! Deliler gibi inanmıştık, bizden başka kimsenin yıldızların ışığını parlatamayacağına… Evet, inanmıştık; yollarda geçen her anımızın sonsuza konmuş terli, çılgın kanatlı atlara dönüşeceğine… İnanmıştık işte, teslim olmama seçeneğimizin rüzgâra ve sonsuzluğa çözüm olacağına…  

Şimdi sen, o beyaz rastlantıya meydan okuyan kente döndün; ben ise yürekleri betonlaştıran gri renkli kente… Ama bu bir bitiş değil. Dönüşümüzü boşuna bekledi yılgınlık. Pişmanlıkların boğazımda düğümlenmesini, gözyaşlarımın şamar gibi yanağıma inmesini boşuna bekleyecekler.

Bu yolculukta, bu aşkta bana çok görülen her ne varsa biliyorum ki benim denize çıkan ve daha hiç gidilmemiş hâlâ bir patikam var. Ve benim yolum, her zaman o patikadan geçerek tekrar sana varacaktır. Sen benim patikamsın.


Önce Sonra

keyboard_arrow_up