© 2025 Kulta.
BOŞ
Ben kendimi
Sensizliğe alıştırıyorum.
Sen de kendini
Bensizliğe alıştır diye…
Özdemir Asaf
Bir adam vardı, adı bilinmezdi. Kimine göre Satılmış, kimine göre İtilmiş, Ayşe’ye göre Kaybolmuş, Ayşen’e göre Kaybolasıca, babasına göre Olmamış…
Oysa hayatta birçok insanla etkileşimde bulundu, ancak hiçkimse onun en sevdiği olamadı. Kimi zaman arkadaşlık ilişkileri sığdı, sırf bu yüzden başkasına göre sığırdı. Kimi zaman aşk denemeleri yaşandı, kimyadaki deneylerin bile bir amacı vardı, kendisi deneysel olduğu kadar yüzeysel kaldı. Denenmişi denemedi. Ama hiçbirinde tam anlamıyla bağ kuramadı.
Zihnindeki iç hesaplaşmasını susturup dışındaki hayata yöneldi. Bir adımda sessizce açılan beyaz kapıdan içeri adım atan bu adamı kocaman bir dünya karşıladı. Giriş holü sıcak ve rahatlatıcı bir atmosfere sahipti. Yumuşak bir halı, sağda solda yer alan konforlu koltuklar ve duvarda asılı birkaç tablo klinikte hemen huzur hissi uyandırıyordu. Öyleyse içi neden hâlâ huzursuzdu?
Kapının yanındaki masada gülümseyen bir sekreter duruyordu. Adam, kadının gülümsemesine karşılık vermediği için utanç duymadı. Sekreter, kodlanmışçasına sinir bozucu o tebessümüyle sesini de yumuşatarak “Hoş geldiniz” dedi. Adam sadece başını salladı, hayatındaki diğer kadınları zaten sallamadı.
Adamın gözleri hol boyunca uzanan koridora kaydı. Koridor, soğuk ve mat renklerle boyanmıştı. Duvarlarda zarif resimler ve doğal sahneler vardı. Atı gereksiz buldu. Duran atları sevmezdi, eğer bir yerde at varsa çekip gitmeliydi. Hatta dört nala koşmalıydı. Şimdi bu neyin nesiydi? Peh!
“Bekleyin, birazdan sizi alacağız.” dedi sekreter, sesi aynı sinir bozucu tondaydı. “Çay veya kahve isterseniz” derken tamamlatmadığı cümlesini sert bir el hareketiyle kesti adam. Fazla ve yapmacık gelen bu nezaket gereksizdi. Kimseye gebe kalmak istemiyordu artık. Yanında zaten suyu vardı. Yutkunamadığını anlayıp birden panikledi. Boğazını ıslatmalıydı. Bu, son zamanlarda daha sık olmaya başlamıştı. Titreyen elleriyle apar topar şişenin kapağını açıp bir yudum su içti. İçinin ateşi rahatlasa da sönmedi. Şişenin şeklini bozduğunu fark etti, farkında olmadan sıkıyordu demek. Geceleri de dişlerini… “Psikolojik” demişti diş hekimi. Oysa adama göre kesin bir yerlerde çürük vardı. Her ne dedilerse ikna olmamıştı. Röntgenler, başka dişçiler, diş hastaneleri… Hepsi aynı şeyi söylemişti: “Psikolojik…” Kendisi olsa yalandan da olsa dolgu yapar, o kişiyi ikna ederdi. Psikolojikse o zaman zaten geçerdi, hem parasını da alırdı, buradaki saçmalığa gerek kalmazdı. “Aptallar! Bazen işi bilmiyorlar!”
Geveze zihni onu yine dış dünyadan uzaklaştırmıştı. İçinde bulunduğu ana döndü.
Oturmadan önce koridora son kez göz gezdirdi. Odaların yanında isimlerin yazdığı levhalar vardı. Kendisi sağdan ikincisinde bilinçaltını silkeleyecekti. Ne tuhaf! Dört odada dört ayrı hayat, mezara kadar taşıyamayacakları sırlarını eş zamanlı açık edecekti. Bunu güya sadece psikiyatr bilecekti. Belki akşamki meze sofrasında “Ya bugün bir hastam vardı, durumu böyleymiş puhahaha” şeklinde kendisiyle alay edilecekti. Evliyse karısıyla sevişirken kendisi gibi olmadığı için haline şükredecekti. Masada kimlerin oturacağı ya da yataktaki umrunda olmadı, sırrının açığa çıkma fikri onu rahatsız etmişken…
Boşluk bulduğu üçlü koltukta iki kadının yanına ilişmek yerine o koltuktan daha rahatsız olduğu belli ama rahat edeceği tekli koltuğa yerleşti. Her an kalkacakmışçasına ucunda emanet oturdu. Acaba vaz mı geçmeliydi? Hissetmiş olmalıydı ki o sırada kendisini kliniğe yönlendiren arkadaşı aradı. Ona endişesini dile getirdi. Kalması için ısrar etti telefondaki adam. Pişman olmayacağını kendi iyileşmesinden yola çıkarak belirtti. Onun iyileşip iyileşmediği tartışmaya açıktı ama kendisi buna inanıyordu. Bu bile adım sayılabilirdi. Arkadaşının hayatındaki .okluklar onu bağlardı, o kendi boşluğuna odaklandı.
“İyi de ben deli değilim ki?”
“Hangimiz deliyiz ki?” dedi arkadaşı. “Zaten bunun için oradasın. Hadi dostum bunu onlara ispatla…”
Telefonu kapattığında tüm gözlerin kendisine odaklandığını hissedip boğazında adem elması gibi belirginleşen yumruyu şişedeki suyu bitirerek hafifletmeye çalıştı. Su bitti. Şişe ezildikçe ezildi. Çöpü bulamadığından pet parçasını cebine sokuşturdu.
“Sizin neyiniz vardı?” dedi bir teyze.
“Hiç” dedi. “Dişim ağrıyor.”
“İlahi oğlum o zaman dişçiye gideydin ya. Burası kafa dokturu. Allah iyiliğini versin.”
Kahkahalar, daha da artan kahkahalar… Saçmalar, çok saçmalar, saçmalıklar…
Araya karışan “Dur çocuğum yapma ya, Allah’ım bıktım.” diye yükselen bir serzeniş, eline geçeni fırlatan şımarık bir çocuk, boş boş bakınan bir genç, oturduğu yerde ileri geri sallanan bir adam, “Senin yüzünden buradayız.” diyerek eşine çıkışan başka bir adam…
O an bir eşinin ve çocuğunun olmadığına şükretti. Ta ki gecenin bir vakti yalnızlık krizi tutunca, yaşı gereği ölüm korkusu sarınca, panik atağı tutuncaya dek… Şu rahatsızlık hissi o anlarda yaşadıklarından daha tercih edilebilir düzeydeydi en azından.
“Valla bunaldım.” diye yineledi kadın. O meraklı teyze nihayet kendine bir konuşma arkadaşı bulmuştu. Demek insanlar bunaldıkları için buraya geliyordu. Oysa kendisinde bir bunalım hali yoktu. Yani bu nasıl bir hisse bilmiyordu. Gerçi hiçbir hissi bilmiyor, belki de tanımıyordu.
“Sıra sizde buyurun” dedi, fazla nazik olduğundan gereksiz bulduğu o ses.
Sahi şimdi ne yapılırdı?
Yürümeyi ve konuşmayı yeni öğrenen çocuk haline büründü. Yürüdükçe cebinde ses çıkaran şişeyi kapının kenarındaki çöp kutusuna usulca bıraktı. Kendini odaya sürükledi. Baştan ikinci olana…
Adamın randevusu Dr. Adil’in odasında gerçekleşecekti. Kapısına yaklaştığında emin olmak adına levhayı okudu. Okuma yazmayı da yeni öğreniyormuş hissine kapıldı, doktorun ismini heceledi.
Aaaaa-dillll!
Adam içeri girdiğinde odada rahat başka bir koltuk ve etrafını saran birkaç bitki vardı. Duvardaki tablolarda at olmaması saçma bir şekilde sevindiriciydi. Fonda rahatlatıcı bir müzik de vardı. Beethowen ya da Mozart olmalıydı. Yani böyle yerlerde genelde onu çalarlardı. Neyse neydi. Klasik müzikle arası yoktu. Şarkıları sevmezdi.
Doktor, adamı ayakta ve gülümseyerek karşıladı. Kibar bir şekilde önce adama yerini gösterdi, kendisi daha sonra oturdu. Dr. Adil, odanın dekorasyonu ve özenle seçilmiş detaylarıyla adamın dikkatini çekmeyi başarmıştı. Orta sehpada muhtemelen ağlayanlar için bir kutu mendil vardı. Bir sürahi su, karton bardaklar onun ikinci sevinciydi. Doktorun karşısında bardağın şeklini bozmayacağına kendi kendine söz verdi. Etrafa göz gezdirmeye devam etti. Muhtemelen bir kutlama sonrası vazodaki çiçekler kurumaya yüz tutmuştu. Manzarası olmayan pencerenin panjuru yarıya kadar inik vaziyette olduğundan güneş ışığı bulduğu şeritlerden içeri sızmaya çalışıyordu. Alaycı bir güneş ışığı adamın gözüne geldi, bunu fark eden Dr. Adil panjurla güneşin sırnaşıklığını kesti. Mozart’ın cızırtısı adamın kulaklarını tırmalıyordu.
“Kapatabilir miyiz?” dedi, ilk cümlesinin bu olmasından utanmalı mıydı peki? Üstünde durmadı, müzik basit bir parmak hareketiyle kapatıldı. Üstelik hayatında ilk kez “Neden?” diye sormuyordu karşısındaki. “Sevmedin mi, sorun ne, çalsa sana mı dokunuyor?”gibi ucu bucağı olmayan hükümlerden sıyrılmış birinin yanında olmak itiraf etmek zorunda kalsa da rahatlatıcıydı. Hatta Mozart’tan, koltuktan, duvardaki tablolardan bile…
Doktor Adil’in masası duvara dayalıydı. Haliyle masanın arkasında oturmuyordu. Üstünde bir aile fotoğrafı, çerçevede muhtemelen çocuğunun çizdiği bir resim, kemik gözlük, iki telefon ki biri ofis için olmalıydı, üstü peçeteyle kapatılmış bir bardak… Dr. Adil hastalarından farklı olarak peçeteyi başka amaçla kullanıyordu demek. Yeşile kaçan duvar rengi, insanlar tüm ağırlığını bıraksa da odada hafifleten başka bir histi.
Karşı duvarda asılı olması gereken havalı diplomaları aradı gözleri. İstemsiz sordu:
“Sizin diplomanız neden duvarda asılı değil?
“Biz burada eşitiz” dedi Dr. Adil.
Oysa mahalle berberi bile ne kadar gereksiz belge varsa çerçeveletip bir duvara egosunu asmıştı. Bu adamsa bilmem ne üniversitesinde profesör olmasına rağmen “eşitiz” diyordu. Adam etkilendi. Bu kendisine ikinci itirafıydı. Dr. Adil şu beş dakika içinde elli yıllık hayatında yanındaki en huzurlu hissettiği insan olabilirdi. Bu, tuhaf olduğu kadar ürkütücü gelse de dile getirmedi.
“O zaman sen deli misin?” diye bir cümle çıkıverdi iki dudağının arasından. “Hayır yani, buraya sorunları olanlar geliyormuş ya. Kafasında halledemediklerini çözmek için gelenler. Şimdi birden eşitiz deyince…”
Dr. Adil mavi gözlerini kısarak gülümsedi. Bu, alaycı bir tebessüme benzemiyordu. Akşam kendisinden bahsedip dalga geçmeyeceğine ikna eden türdendi. Daha da rahatladı adam.
“Kastım bu değildi. Ama madem merak ettiniz, insan olduğum için benim de baş etmekle meşgul olduğum sorunlarım oluyor pek tabii. Sadece profesyonel yaklaştığım için onları tolere edebiliyorum. Mesleki beceri diyelim.”
Kendi mesleğini düşündü adam. Masa başında boğuştuğu evrakları, hiçbir şekilde tolere etmeyi beceremediği hayatını, temize çekemediği aşklarını, adını, soyadını, değiştiremediği babasını, artık konuşmayan annesini…
Dr. Adil’i içten içe kıskandı. Sorun çözme becerisi her ne kadar mesleki olsa da hayranlık uyandırıyordu. Adamsa etrafındakilere göre sürekli arıza çıkarıyor, hatta bizzat sorunun kendisi oluyordu.
“Eeee ne yapacağız şimdi?” dedi.
Dişini diş hekimine göstermişti, ağrı neredeyse onun için gidiyordu insanlar. Peki buraya neden gelmişti? Bir şey hissetmiyordu. Utanç, öfke, sadece koca bir merak bulutunun içinde düşünmeye ve düşündürülmeye koyuldu.
“Sadece anlatacaksın.” dedi psikiyatr. Kendisinden genç duruyordu. Normalde göbeğini kaşıyan tipti beklediği. “Yahu” dedi içinden, “Sevgili Adilcik ne yaşamış olabilirdi ki beni anlasın? İstediği kadar profesör olsun, hayat okulu diye bir şey var, tuzu kuru, dinle dinle al paranı…”
İçinde nükseden acımasız dili yumuşattı.
“Neyi?”
“Seni buraya getirenin ne olduğunu?”
Bunu cidden bilmiyordu. “Arkadaşım” diyebildi sadece, “o tavsiye etti. Bence bir sorun yok, her şey yolunda.”
Psikiyatr söze hemen girmedi, Türk dizilerinde nerdeyse ölüm gibi gelen hatırı sayılır bir zaman diliminde adamı süzdü. Adam istemsiz kendine çeki düzen verme gereği hissetti. Ellerine mi bakmıştı? Tırnaklarını en son ne zaman kesmişti? Kıyafetine özenliydi, acaba gömleğindeki bir düğmeyi açık mı unutmuştu? Fermuarı olamazdı herhalde. Hiç sevmediği halde çikolata yemişti, o mu kalmıştı dudaklarında? Saçı sakalı mı dağılmıştı? Neden bakmıştı?
Nihayet heykelden insana dönüşen Dr. Adil güç bela:
“Tamam, o zaman ne anlatmak istersen onu anlat.” deyiverdi.
“Ben pek anlatmayı sevmem. Ne diyim? Hava güzel de, yağmur az yağdı gibi sanki di mi? Barajlar dolmazsa kuraklık gelir falan. Oldu mu?”
Adam, saçma cevaplarıyla Adil’in sabrını sınıyordu.
“Evet” dedi Dr. Adil. “Yeterince yağmur yağmazsa barajlar dolmaz ve kuraklık ihtimali artar.”
Bu muydu yani? Bu kadar mıydı?
Dr. Adil hem profesyonel bir yaklaşım sergileyen hem de ilginç hobileriyle dikkat çeken biriydi. Kenarda bir teli kopuk gitar, öteki masada yarım bırakılmış ve uzun zamandır dokunulmadığı çok belli bir puzzle…
Odası bir düşünce laboratuvarını andırıyordu. Raflar, kitaplarla ve merak uyandıran objelerle doluydu. Adam kendisine yakın hissettiği bir keşfe çıkarcasına an itibariyle içinde bulunduğu dünyayı gözlemlemekten keyif aldı. Raflardaki ilginç heykeller, resimler ve alışılmadık bulmacalar terapiye farklı bir boyut katıyordu. Her danışanını farklı şekilde karşılıyordu demek. Ama kendisi için klasik müziğin iyi bir tercih olmadığını anlamış olmalıydı. Bir dahaki sefer olursa eğer, bunu yapmayacağını düşündü.
Puzzleı merak etti.
“Bir at” dedi.
At… Hmmm…
Sorgulamadı. Bu kez uzun ve düşünceli bakışlar adamdan süzüldü. Dr. Adil sadece gözlemledi, adam gibi paniklemedi. Kendinden emin olduğu belliydi ya da umursamıyordu. İki seçenek de yeterince sinir bozucuydu. Özellikle ilki adamın kendi güçsüzlüğünü yüzüne çarpıyordu. Anlamadığı bir biçimde içinde biriken tüm kelimeler ortaya saçılıverdi:
“İnsanlar fazla geliyor. Şeyyy, özellikle de kadınlar… Çok konuşuyorlar, beklentileri çok, sürekli bir şeyler vermek zorunda hissettiriyorlar sanki. Aslında beni anladıklarını düşünmüyorum. Yani yenen bir yemek, içilen bir kahve, sonrasında gelen yakınlaşma illa evliliğe mi varmalı? İlişki mi yaşamalıyım? Elimi verince kolumu kaptırıyorum. Köşeye sıkışmış hissediyorum. Özgürlüğüm elimden gidiyormuş gibi panikliyorum. Sanki dünyanın sonu gelmiş ve benim giysilerime, yediklerime, geğirmeme, çoraplarımı bir köşeye atmama birileri karışacak. Ben bunu istemiyorum doktor. Hem ilişki sorumluluk demek. Ben kendi sorumluluğumu zor alıyorum. Geçende arkadaşım kedisini emanet bıraktı. Az kalsın ölüyordu.”
Dr. Adil susmaya devam ediyordu, bunu fırsata çevirmeyi yeğledi adam. Konuşmaya, içinde kalanları kusmaya, en azından kendisini zerre yargılamayacak birine anlatma ihtiyacından kaynaklanmasından olsa gerek anlatmaya devam ediyordu:
“Ortadan kaybolmak istiyorum sonra. Hani böyle yer yarılsa cidden içine girsem ve adım bile unutulsa. Babam da çekip gitmiş. Ne var bunda? Bu bir tercih meselesi olamaz mı? Buna saygı duyulamaz mı doktor? “
“Hmmm… Evi terk eden baba, geride kalan kızgın anne, henüz yedisindeyken babasının yerine geçmek zorunda kalan ikame erkek çocuk… “
Dr. Adil bunları zihninde yorumlarken notlar alıyordu. Bu durum adamı rahatsız etmeye yetti. Doktora on dakikada duyduğu güven yerle bir oldu.
“Neden not alıyorsun?” diye çıkıştı sevilmeyen(!) adam. “Bunu istemiyorum, aklına yazsana.”
Kabaran öfkesini haklı buldu uzman adam. Geride iz bırakmak istemiyordu. “İlahi, nasıl profesör olmuştu bu? “
“Tamam sakin… Senden sonraki danışanım için unutmamam gereken bir şeydi.”
“Bazı şeyler unutulmalıdır doktor. Hem şu an burada ben varım. Bir daha geleceğimi sanmıyorum.”
Danışanını değersiz hissettirdiğini anladı. Dikkatini rahatlatabileceği bir şeye yönlendirmeye çalıştı.
“Sigara yakmak ister misin?”
“Nereden anladın içmek istediğimi?”
“Parmakların… Tiryakiliği anlarım. Ben de içiyorum.”
Halbuki adamdaki stresi almaya ve yaptığı hatayı telafiye çalışıyordu Dr. Adil. Sigara kullanmıyordu.
“Burada içebilir miyim yani?”
“Tabii…”
Adam Zippo çakmağını çıkardı. Sigarasını yaktı. Sigarasından koca bir fırt aldı, nihayetinde dumanla birlikte içinde biriken güvensizliği, kalan ağırlığı üfledi. Az önceki öfkesinden eser yoktu. Parmaklar normale dönmüştü. Stres stabildi.
Nasılsa her şey bu odada kalacaktı. Öyle demişti Dr. Adil. “Gizlilik esastır.” falan…
En azından bunun sözünü vermişti. Arada geçen konuşmalar dumanla birlikte flulaştı. Adam dinlemeyi bıraktı, söylenen her cümle hayatındaki kadınlarınki gibi fazla gelmeye başladı.
Alakasız bir biçimde birden:
“Kaç dakikamız kaldı?” dedi.
Adil şaşkınlığını profesyonelliğiyle maskeledi.
“Ben söylerim.”
O zaman sigarayı olabildiğince yavaş içmeye karar verdi. Belki zamanı durdurabilirdi. Bu kez kapıdan çıktığı anda gerçek dünyayla yüzleşmekten çekindi.
“Zaten kaçıp gidersiniz” diye ekledi Adil. Yanlış bir hamlede bulunduğunu fark ettiğinde artık çok geçti. Neden böyle gaflarda bulunuyordu ve profesyonelliğine gölge düşürüyordu? Adama bir itiraf borçluydu.
“Keşke ben de çekip gidebilsem” dedi. “Yani bunu çok isterdim. Uzaklaşmak, belki bir kayıkla denize açılmak, bir meşe altında öğle uykusu, kimsenin tanımadığı bir yerde sokakları adımlamak, kimseye hesap vermemek, bağlardan kurtulmak…”
Dr . Adil dışına yansıyan iç sesini susturma kararı aldı. Gözlerini ovuşturdu. İçindeki dünyadan dışına dönen bu kez oydu. Sessizce bakan ise adam… Roller değişmiş gibiydi. Dr. Adil, adamın kendisine bakan acıdığını düşündüğü bakışlarından rahatsız oldu. Tuhaf ama kendininkine benzeyen açığı öğrenmek, sevilmeyen adamın hoşuna gitti. Avına çullanan aslan gibiydi. Gerçekten eşit olabilirlerdi.
Zaman ilerledikçe tavsiye üzerine gittiği psikiyatr hazretleri, adamın mazeretinin kaçıngan bağlanma olduğunu savundu. Bu da her ne demekseydi? Satılmış, Olmamış ve yeni sıfatı Kaçıngan. Engelleyemediği alaycı bir tebessüm dudağından fırladı. Tutamadı. Dr. Adil’in yanlış anlaması ve bundan da saçma bir anlam çıkarmasından çekinerek gülüşüne çeki düzen verdi. Yanılmıştı, üstü başı yeterince düzgündü. Dağınık olan Adil’di. Yaka paça ayrı tarafta, kıravat firarda… O kadar insanı dinleyip ahkam kesmek(!) kolay iş olmasa gerek diye düşündü. Oysa bunu mahalledeki Ayşe teyze beleşe yapıyordu. Kendini dağıtmadan başkalarının hayatını didikleyerek, gayet kansız ve umarsız…
Ona mı gitseydi?
Kendi dinleme becerisini düşündü. İç sesini dinlemekten dışındakilere fırsat kalmıyordu. Bunu o an keşfetti. “Beni umursamıyorsun” diyorlardı bu yüzden. “Aklın başka yerde, bi’ dinlesene beni, ben sana aynı şeyi yapsam”larla dolu bir hayatı vardı. Keşke aynı şeyi yapsalardı. Zaten anlatmaya mecali yoktu ve ne yapsa, ağzıyla değil kuş göğü tutsa anlaşılmayacaktı. Hiç şaşmazdı.
Dr. Adil; iç sesini duymuşçasına önce yakasını, orta parmağıyla da gözlüğünü düzeltip adama yöneldi ve elli yıllık travmayı birkaç cümleyle rahatlatmayı umdu:
“Kaçıngan bağlanma ilişkilerde yakınlık ve yakınlaşmaktan rahatsız olunup uzaklaşılmasıdır. Bu rahatsızlık o kadar ileri derecelerde olabilir ki kişi sanki özgürlüğü elinden alınıyor gibi hissedip ilişkiyi bir anda bitirebilir. Çocukluk çağı yaşantıları yetişkin ilişkilerini etkiler. Hem de direkt. Anneyle olan ilişki çocuğun kaçından olmasına neden olur. Sonra erken dönem çocukluk travmaları, hani ne bileyim? Annenle olan ilişkini sorgula. Nasıldı?”
Psikiyatr saçmalamıştı, hem de direkt. Annesi onu her şeye ve herkese rağmen fazlasıyla seven tek kişi olabilirdi bu dünyada. Hayatına giren kadınlardan farklıydı bir kere. Dır dırı yoktu, beklentisi yoktu, yormuyordu, unuttuğu özel günler için surat asmıyordu, çok daha -du… Kadın, doğurduğunu biliyordu. Kimden doğurduğunu da… Hoşuna gitmeyen huyları için babasını suçlamasından anlıyordu bunu.
Evet, annesi son zamanlarda pek konuşmuyordu. Uyuduğunda üstünü örtme gereği duymuyordu, eliyle ateşine bakmıyordu. Ama bunlar pekala olabilirdi. Artık büyümüştü, koca adam olmuştu. Hep babasına benzetmişti mesela, ona olan kinini kendisine yansıtma durumunu bile anlayabilirdi. Aşk hayatının .oka evrilmesinde annesini suçlayan karşısındaki adamı boğabilirdi. Hamlede bulunmadı, donuk bir biçimde dinlemeyi tercih etti.
Terimsel anlamdan sıyrılıp gerizekalıya anlatırmışçasına ağır ağır anlattı kaçınmayan(!) psikiyatr.
“Issız adam” dedi. “Hah o karakter işte…” “Kansersin ve üç ay ömrün var” gibi acı ve acıtan bir histi.
Neden çektilerse şu Issız Adam’ı? Film yayınlandığında kendini çırılçıplak ve savunmasız hissetmiş, sırrı açık edilmişçesine daha çok içine çekilmişti. Cemal Hünal’a da benzetilmişti hani. “Heh sen işte aynen böylesin” dedi o zamanki kız arkadaşı. Nicedir biriktirdiği öfke, henüz bir önceki gün lafını ettiği beşinci ay kutlamasını unutması yüzünden patlamış; tüm sinirini bir filmde katarsise uğratmış, biriktirdiklerini ödetmek pahasına adamın canını acıtmak istemişti. Yer İzmir Sinemasıydı. Kız, adamın hareketlerini saçma ay dönümü nedeniyle bütün ilişkiye genellemişti. Hayır yani adam, regl gibi bu sancıyı neden hep çekecek ve gelişini kara kara bekleyecekti?
Hem de her ay… Korktu, içi daraldıkça hevesine yer kalmadı.
Tüm ilişkisi o beyaz perdede gözlerinin önünden geçti. Zaten sonrasında ayrılmıştı o kızdan. Nicesine yaptığı ve tonlarca küfürü yediği gibi “Sen daha iyilerine layıksın” diyerek çekip gitmişti. Bu onun için tereyağından kıl çekmek kadar basit, yemek yemek gibi rutine bağladığı bir işti. Çekip gitmek… Oh be! Rahat, konfor alanında tutan müstakil eylem, kendince acısız, ağrısız ve sızısız…
Dr. Adil’e de belirtmişti. Kadınların bu denli tepki vermesini anlamıyordu. Annesi de oldum olası babasına tepkiliydi. Adam sadece çekip gitmişti. Ne vardı ki bunda? Geride kalanlar gidenlerin rehavetini hiçbir zaman anlamayacaktı. Ve bu koca dünya, hep gidenleri suçlayacaktı. Ölenler bile geride kalanlar tarafından suçlanıyordu. Oysa ölümdü insanları ayıran. Kesin, net, karşı konulamaz ve engellenemez son. Aşksa bir tür koma haliydi, nihayetinde ölümle sonuçlanma ihtimali ağır basan…
Zamanın dolmasını beklemeden ayaklandı adam. Odayı terk ederken “atlar” dedi. “Atlar eğer koşmayacaksa onların tablolarını asma… “
Koridor esrarını kaybetmişti, sekreter daha sinir bozucuydu, elindeki karton bardağı bu kez uzaktan çöpe fırlattı. Bekleme salonundakilere “Hiçbiriniz düzelmeyeceksiniz” diye bağırdı. Çocuğun fırlattığı ve ayağına takılan oyuncağı alıp başka odaya fırlattı. Beyaz kapıyı çarptı. Reçeteyi reddetti. Parayı hak etmedi dedi. Meraktan arayan arkadaşına küfretti.
Zaman ilerledi. Zamanın zaten en iyi yaptığı şey buydu: geçmek. Adam gibi insanların hayatından geçip gidiyordu. Bir şeyi iyileştirdiği de yoktu.
Adam samimi ve içten bir insan olmasına rağmen belki de hayatın karmaşası içinde kayboldu. Birçok sevdiği, sevmeye çalıştığı da oldu; ama onun için bu sevme ve sevilme işi bir adım öteye geçemedi. Onun içinde derin bir boşluk vardı. Hayatının her anını kaplayan bu boşluk, onu adeta yutmak istiyordu. Hiçbir şey onu tatmin etmiyor, hiçbir uğraşı ona gerçek bir anlam ifade etmiyordu. Ne kadar çabalasa da içindeki devasa boşluğu dolduramıyordu işte.
Bir eksiklik hissiyle aslında herkes gibi yaşamaya devam etti bir süre. Sadece bunu etrafa diğerlerine nazaran daha açık etti. Etrafındakiler ve etrafında olmayanlar gibi türlü eylemlerle maskeleyemedi içindeki boşluğu.
Mahalledeki Ayşe Teyze kendisininkini penceresinde oturup sokağından geçenleri çekiştirmekle kapatıyordu, annesi babasının gidişinden sonra obsesife bağlamış, kapı kollarını bile günde beş kez siliyordu. “ Geçmişi temizleme gayretidir” demişti Adil. Oksijen yerine çamaşır suyu solumak sağlığa daha zararlı olmalıydı. En yakın arkadaşı Kerem evliliğindeki boşluğu başkalarıyla kapatmaya çalışıyor, çocuk olduğu için cesaret edemediği ayrılığa türlü kılıflar uyduruyordu. “Erkek adam dediğin mutfağa girmez” diyerek sonraki hayatını köşe yastığı olarak idame ettireceğini düşünen Hasan abinin planları karısının gidişiyle tutmadı. Belki köşe yastığı olmak eşine de cazip gelmişti. Çaresiz Hasan amca kendi boşluğunu mutfağa girerek yamamaya çalıştı. Hırsını kesip biçtiği tavuktan, doğradığı maruldan çıkardı. Reçel yapmaya özendi. Hatta kaktüs reçeli bile yaptı. Bari bu konuda ilk olmayı umdu.
Peki ya adam?
Bunların hiçbirini yapmayıp direkt insanlardan gittiği için miydi bunca eziyet? Ayşe teyzeden, Hasan abiden, Kerem’den, hatta babasından daha mı suçluydu?
Belki de hayatta hiçbir şeyi ciddiye almamak, duygusal bağlardan kaçınmak onun bir kabuğu olmuştu. Kabuktan ziyade kamburu… Elinde değildi oysa. Kendini başkalarına tam anlamıyla açamadığı için karşı tarafa verdiği sevgi ve ilgi de yüzeysel kalıyordu.
Onun en sevdiği kişi olabilmek için birileri yeteneklerini sergilemeye çalıştı, Elif adında bir kız en ince sarmayı sardı mesela. Sevgi, onu mutlu etmek için elinden geleni yaptı. Annesini anımsatan davranışlarda bulundu, saçını çokça okşayıp terini bile kontrol etti. Neredeyse .işe götürecekti. Arzu adının hakkını veriyor, kanmadığı türlü hareketlerle dişil enerjisini olabildiğince evrene yaymaya çalışıyordu. Adam kanmıyordu. Aradığı ki onun bile ne olduğunu bilmiyordu, bunların hiçbiri değildi.
Adam pek tabii çevresindekilerin hayatına kıymet verdi, vermedi değil. Hatta sevgiyle onlara yardım etmeye çalıştı da. Ancak ne kadar istekli olursa olsun, içindeki duygusal engel onu bir adım geride tuttu. Kimse onun gerçek benliğini ve tüm bunlar olurken ne hissettiğini anlayamadı.
Günler, aylar hatta yıllar geçti. Adam hâlâ o an için sevdikleriyle birlikteydi, yanlarında mutlu hissettikleriyle eğlenebiliyordu ama en sevdiği olacak birini bulamamıştı. Herkese karşı nazik ve anlayışlı olsa da kimse ona gerçek anlamda dokunamadı. Bunda suç biraz da karşı tarafta aranamaz mıydı?
Neticede adamın hayatı, ona en sevdiği kişiyi bulamama acısıyla doldu taştı. İçindeki boşluk büyüyordu ve her seferinde sevginin elinden kaçtığını hissediyordu. Instagram’da oluşturduğu kitleyle sahte bir sevgi ağı kuruyordu. Onlarca beğeni alabiliyor, egosunu sonrasında kendisinden bir şey talep etmeyecek nice yabancıyla tatmin edebiliyordu. Ama bunların hiçbiri kalıcı değildi. Tüm bunlar geçici bir amaç sağlasa da iç dünyasında hâlâ yalnızdı. Kendi dünyasında kaybolmuş bir şekilde yaşıyor, gece gündüz hayatın anlamını sorguluyor ve sevginin ona neden yabancı olduğunu anlamaya çalışıyordu. Bu çok meşakkatliydi. On çuval un taşımayı yeğlerdi, dünyanın yükü gibi gelen bu boşluk yerine…
Adam içindeki karanlığa battıkça çaresizlik onu tamamen ele geçirdi. Hayatta hiçbir amacı kalmamış gibi hissetti ve kendini yalnızlığa bu kez bilinçli hapsederek düşüncelerinin esiri oldu. İçsel savaşının zirvesinde, umutsuzluğun pençesinde kayboldu.
Tüm bunlar olurken adam, babasıyla yıllar sonra tesadüfen karşılaştığında büyük şaşkınlık yaşadı. Babası, uzun zaman sonra geri dönmüştü. Ancak, adamın hayatında sevmeyi beceremediği bir boşluk hâlâ mevcuttu.
Babasıyla bir araya geldiklerinde adam geçmişte yaşadığı hayal kırıklıklarını ve babasının yokluğunun yarattığı boşluğu dile getirdi. Babası üzgün olduğunu ve yaptığı hataları telafi etmek istediğini belirtti. Yetmedi. Gelecekteki haliyle, olası pişmanlıklarla yüzleşmek hoşuna gitmedi, babasından da gitti.
Tüm bu yaşananları sindirebilmek için uykuya yattı. Uyandığında herkesin yüzü kaybolmuştu. İnsanlar artık yüzleri olmayan bir şekilde olaşıyordu. Bu ilginç durum onun için değil, tüm dünyanın başına gelmişti.
Bu olay adeta adamın duygusal bağ kurma becerisini sınıyor ve ona farklı bir perspektif sunuyordu. Artık yüz ifadeleriyle iletişim kuramıyordu ve insanların hislerini anlamak için yeni yollar bulması gerekiyordu.
Başlangıçta bu durum onu daha da yalnız hissettirdi. İnsanların yüzlerini görmemek, onların duygusal tepkilerini anlamasını zorlaştırıyordu. Ancak adam iç dünyadaki duygusal işaretlere daha fazla odaklanmaya başladı. Bir kişinin jestlerinden, vücut dilinden ve ses tonundan hislerini anlamayı öğrendi. Empati yeteceği gelişti ve insanların dünyalarını keşfetmeye başladı. Onları ve en başta kendini anlayabilmek adına farklı iletişim yöntemleri kullanmayı denedi.
Uyandı. Rüyayı sevmedi, “kabus” diyerek yaftaladı. Üstünde durmadı, rüya tabirlerine bakmadı.
Adamın sevilmekten korktuğu sırrıyla ilgili bir gün beklenmedik bir şekilde ortaya çıkan eski bir günlük oldu. Günlük, geçmişte yaşadığı bir olayın ayrıntılarını ve sırrı içeriyordu. Adam günlüğü bulduğunda önce şaşkınlık yaşadı, zira günlüğün varlığından haberdar değildi. Ancak içindeki merak, onu okumaya itti. Sayfaları çevirdikçe, kendi hayatının başka bir boyutunu keşfetti. Günlükte anlatılan olay, adamın gençlik yıllarına dayanıyordu. Bir gece, yaptığı bir hata ve kaza sonucu annesinin hayatını kaybetmesine neden olmuştu. Kendisi şoför koltuğundaydı. İçindeki boşluğa sancı girdi. Eli ayağı titredi. Sahi bunu bilinçaltına ne zaman süpürmüştü? Sis bulutu geçmişinin üstünü perdelemişti. Olay sonrası hafızasını bir süre kaybetmişti.
Kendisini hayatta en çok seven kişiyi kaybetmişti. Bu kayıp onu derinden sarsan bir acıya dönüştü. İçindeki boşluk daha da derinleşip umutsuzlukla birleşti. İlk kez biri ondan gitmişti. Kalan olmak tahmin ettiğinden zordu. Üstelik hiçbir açıklama yapmadan giden insanın en sevdiği olunca acısı tarifsizdi.
Annesinin ölümüyle yalnızlık ve içindeki boşlukla yüzleşmek zorunda kalmış olduğunu fark etti. Boşluk daha da büyüdü, acısı kalbini acıttıkça acıttı. Kalbindeki tıkanıklığa kahretti, söylemek isteyip de dile getiremediklerine ağladı. Kimse başını okşamayacaktı belki bu denli. Kendini daha da suçladı bu sefer. Geçmişte yaptığı hataları düşündü ve kaybettiği sevgiyi geri getiremeyeceği düşüncesi onu mahvetti.
Adam, demek bu korkunç olayın yükünü yıllardır taşıyordu. Günlükteki sırrıyla yüzleşen adam, geçmişteki eylemlerinin etkileriyle mücadele etmeye başladı. Kendini suçlu hissetme, pişmanlık ve vicdan azabı; onu duygusal olarak mahvediyordu. Sevilmekten korkma, aslında bu derin suçluluk duygusunun bir sonucuydu Geçmiş hatasını telafi etmek ve kendini affetmek için bir yol aradı. Bu adamın kendini affetme yolculuğunda annesine söyleyemediği cümleleri kağıtlara döktü Bunu Dr. Adil önermişti. Elli yıllık sırrı o çözmese de…
Zamanla adamın içindeki karanlık bulutlar dağıldı ve affetme süreci başladı. Kendini affetmek için adımlar attıkça sevgiye olan korkusu da azalmaya başladı. Hayatına yeni bir anlam ve amaç kazandırmak için olumlu bir dönüşüm yaşadı. Duygusal engellerini aştığını hissettiği anda telefon rehberini taradı.
Annesine en çok benzeyeni, başını okşayanı, Sevgi’yi aradı. Sevgi evlenmişti ama en azından hayattaydı. “Arkadaş olabiliriz” dedi Sevgi. Adam kendisine ikame anne yarattığı Sevgi’ye “Ne zaman istersen ben burada olacağım.” diye karşılık verdi. Bu vaadine kendisi bile inanmadı. Sevgi’nin heyecanlı sesinden onun da bir boşlukta olduğunu anladı. Babası gibi bir yuvayı bozmaktan ayrıca ürktü. Numarayı engelledi.
İlk kez reddedilen biri olarak ölüme rağmen annesini suçladı. Onun rehavetini anlamayı reddetti. Gidişlerden nefret etti. Bitişlerden daha çok.
Boşluğuna çözüm aradı. Eve giren tüm kadınların parmak izlerini silmek için kapı kollarını on kez sildi. Kerem gibi olmak istemediği için Sevgi’nin olmayışına şükretti. Kaktüsün turşusunu denedi. Fena değildi. Zaten Ayşe teyze kadar hevesli değildi. Penceresine panjur ekletti. Göğe uğurladığı annesinden, dışındaki insanlardan, meraklı mahalleden, ait hissetmediği apartmandan, tüm evrenden kendini soyutladı. İçindeki boşluğu patlattı, bir kova mısıra dönüştürdü. Bu esnada kapı çaldı. Kapıdaki aylar önce işe yaramadığı gerekçesiyle terapiyi bıraktığı Dr.Adil’di. Elinde nevalesiyle kapıda öylece bekliyordu. Yürümeyi ve konuşmayı yeni öğrenen çocuk gibi…
İşi bırakmıştı Adil. İçindeki boşluğu kendisine en çok benzeyen biriyle doldurmaya çalıştığı aleniydi. “Sende kendimi gördüm” dedi Adil. “Düşenin halinden düşen ağlar.” “Haklıydın, eşitiz” dedi adam. Adil’e hiçbir şey sormadı.
Artık doktor olmayan Adil’in de boşluğu mısıra dönüştürüldü. Issız Adam’ı bu kez anlayarak izlemeyi yeğlediler. Cemal Hünal’a benzedikleri gerçekti. İzmir Sineması kapandı.
Atlı tablolar ateşe verildi.
Bir daha günlük tutmadı, anı yaşadı….