menu Menu
Kırmızı Gölge
Hep öyle olur; sonuna geldiğini hissettiğin bir işi asla istediğin şekilde bitiremezsin. Çünkü her an her şey değişir.
Emre Ocaklı N°1 / Güz, Öykü
Hikâyede Kalmasın Önce Dile Gelmeyen Su(s) Sonra

Yapacak pek fazla bir şey yok. Tam önümde duran fayansın içindeki kesik, kırık, kıvrımlı, bazısı ince, bazıları ise daha kalın çizgilere, onların birleşip oluşturmaya çalıştıkları şekillere bakıyorum. Bir tanesi tek gözlü, burnu yamuk bir adam yüzü, diğeri kuyruğu kısa bir ejderhaya benziyor, kedi de olabilir, sol tarafındaki fayansta bir şey yok, yani henüz yok, belki ilerleyen günlerde bir şeyler çıkabilir, sağ taraftaki biraz karışık, malzeme bol ama dağınık, çok şey çıkabilir, hiçbir şey çıkmayabilir. Tam o sırada bir saniyeliğine anahtar deliğinden gözüken dış dünyanın ışığı kararıyor. Geçip gidiyor. İyi ama nereye? Sağa, çalışma odasına mı, yoksa sol taraftaki yatak odasına mı? Hızlıca temizlenip kalkıyorum. Ellerimi yıkarken aynadaki yüzüme bakmak zorundayım. Kocaman ayna. Kaçacak bir yer yok. Beyazlaşmış sakallarım, dudaklarımdan ağzımın içine doğru kıvrılan bıyıklarım, burnumun yanındaki kurumuş deri, kaşımda alnıma doğru erişmeye çalışan ince bir kıl ve diğerleri. Onlarca fayans arasında benden şekilsizi yok.

Çıkıyorum dışarı. Neden çıktığıma dair bir fikrim yok. Çoğu insan çıkmaz. Çıkamaz. Çıkmaz da ne yapar? Bağırıp çağırır, dua eder, yardım bekler. Bu yaştan sonra çığlık atacak değilim. Rezil olmak istemem. Duanın da çok kısa sürede işe yaramadığını biliyorum. 

İlk adım yavaş. Birdenbire ölmek istemiyorum. Neler olup bittiğini bilmeden ölürsem gözüm açık kalır. İki tarafta da hareket yok. Her şey on dakika önce bıraktığım gibi. Çalışma odasına giriyorum. Koltukta terli bir tişört, iç içe geçmiş temiz bir çorap, çantam, diğer tarafta çalışma masası, kahve fincanı ve yanında birkaç tane sigara. Her şeyin yeri aynı. Değişse anlar mıydım?  Sanmıyorum. Nelerin değiştiğini anlamak için dünyanın tam merkezinde olmak gerekiyor, dünyanın ve dünyadaki her şeyin tam içinde. Bazı insanlar korkar değişiklikten. Bu yüzden salatalar hep limonludur o evlerde ve aynı beş kanal izlenir, hayat boyu aynı takım tutulur, aynı partiye oy verilir ve çoğu insan tüm hayatı boyunca aynı pozisyonda uyur. 

Yatak odasına geçiyorum. Biraz hızlandım. Oda sessiz. Temiz. Yani kimse yok anlamında. Yoksa nevresim takımını değiştirme vakti geldi de geçiyor. Duvarlarla aynı renk çarşafın odayı boğduğunu fark ediyorum. Farkındayım birçok şeyin. Olmayan şeylerin de farkındayım. Mesela az sonra bir parçası yatak odasına düşen holün lambasından yayılan ışığın yine bir anlığına kararacağından. Arkamı dönüyorum hızlıca. Sırtımdan vurulmak istemem. Yüzünü görmem gerek, belki birkaç kelime konuşmam. Arkası dönükken kafasından vurulup ölen insanlara çok acıyorum. Bir anda bitiyor her şey, ne olduğunu, nasıl ve neden olduğunu anlayamıyorsun. Elektrik gibi, şak! Gitti. Bir daha gelmeyecek. Dönmeyecek. Oysa ölüm ânı şu hayatta bir kez yaşayabileceğimiz bir durum. Uzun olmalı. Son sevişme veya en sevilen yemeğin bitmemesi için azar azar yenmesi gibi. Kalp nasıl atar, nasıl yavaşlar, görme yetisi ne kadar bozulur, koku alabilir misin mesela? Peki ya film şeridi efsanesi? Var oluşumuzu hatırlamıyorken ölüm ânımızı doyasıya yaşamak hakkımız olmalı. 

Elbette arkamda değil. Merdivenlerden aşağı inmiş olmalı. Mantık sınırları içerisinde düşünürsek gidecek başka yeri yok. İşimi sağlama almak için tekrar çalışma odasına seğirtiyorum. Temiz. Hazır girmişken masadaki sigaralardan birine uzanıyorum. Ekrandaki açık Word dosyasına takılıyor gözüm. Kapıcının ismini değiştirsem iyi olacak. Sadık veya Sıtkı? Evet, kesinlikle daha iyi. 

Gıcırdayan eski kapılara benzemeye başlayan dizlerimin sızlanmasına alıştım. Daha ağır hareket edince vücudumdaki aksayan yerler bir süreliğine kendini unutturuyor. Bir sonraki merdivene bakarak iniyorum aşağıya. Küçük toz parçacıkları takılıyor gözüme. Temizlik vakti gelmiş. Kimi çağırmalı? Son gelen kadının tavırlarını pek beğenmemiştim. Dikkat etmesi gerekenleri sıralarken beni dinlememiş, gözlerini benden olabildiğince uzakta tutmuştu. Yeni olmalıydı. Belki de tanımadığı insanların pislenmiş evini temizlemenin aşağılayıcı bir iş olduğunu düşünüyordu veya başka birinden emir almaktan hoşlanan kadınlardan değildi. Yüzük yoktu parmağında, gözleri canlı, saçları özenle kesilmiş ama dağınıktı. Dudağının kenarında küçük bir ben vardı ama esmer teninde çok dikkatli bakılmadığı sürece görünmüyordu. Ortalama bir boyu vardı ve boyu bana perdeleri takarken sıkıntı olacak mı diye düşündürtmüştü. İsmi Güneş’ti, nedense bunun yalan olduğunu düşündüm. Bazı insanlar isimlerinin onların yaşamlarını etkilediğini düşünür. Sıradan bir isimle kısacık yaşamlarında dünyaya bir iz bırakamayacaklarını, kendilerini tutan şeyin sadece isimleri olduğunu düşünürler. Sonuçta işini oldukça iyi yapmıştı, dikkat etmesi gerekenleri -yüzüme bakmasa bile- unutmamış, çalışma masamdaki ve banyo dolabındaki karışıklığa elini hiç sürmemişti. 

Salon boş. Her zamankinden farksız. Açık pencereden süzülen rüzgâr perdeyi hafifçe dalgalandırıyor. Gecenden kalan sigara dumanı evi terk edeli çok olmuş. Peki ya gölge, o da mı dumanla beraber evden çıktı? Kapalı sineklikten çıkması zor olmasa gerek. Geriye sadece mutfak kaldı. Üç yaşında yaramaz bir çocuğun peşinden gidercesine mutfağa doğru yürüyüp işi bitirmek istiyorum. Sıkıldım, yapmam gereken onlarca işim var. Sanat filmlerinden fırlamışçasına karşımda dikilen kapının yarısını örten buzlu, desenli camın arkasında hareket eden bir şeyler görüyorum. Şekilsiz bir karartının anlamsız hareketleri bunlar. Oysa gölgeler şekilsiz olmamalı. Koptuğu parçanın birebir aynısı olmalı. Eğer başka yerden yansımıyorsa… Sanırım onu yakaladım. Kolundan tutup hızlıca kapıyı içeri doğru ittiriyorum. Kimse yok. Hiçbir şey yok.

Ekmek kırıntılarıyla dolu masayı nemli bir bezle siliyorum. Lavaboyu dolduran tabak ve bardakları bulaşık makinesine, hangi günden kaldığını hatırlamadığım, sertleşmiş, kararmış peynirleri çöp kutusuna atıyorum. Ekşi bir tat var mutfakta. Nereden geldiğini anlamaya çalışıyorum. Gözlerim dört dönüyor. Yok. Bulamıyorum. Belki de çöpü atmalı. Birden sol kulağıma tok bir ses çarpıyor. Bir şey düşmüş olmalı bir yerlerde veya yaşlı bir balyoz ondan daha yaşlı bir duvara tüm gücüyle çarptı. Alt kattaki aylardır bitmeyen tadilat geliyor aklıma ve istemsizce gözlerimi yere deviriyorum. 

Ve işler daha karmaşık bir hal alıyor. Hep öyle olur; sonuna geldiğini hissettiğin bir işi asla istediğin şekilde bitiremezsin. Çünkü her an her şey değişir.

Yerde bir damla kan var. Taze. O kadar taze ki içindeki yaşamı ve o yaşamın yarattığı olağanüstü kıpırtıyı görebiliyorum. Neden bilmem hemen mutfağın tavanına bakıyorum. Bu hareketin saçmalığını fark etmem ve gülmem iki saniyemi alıyor. Ben kanıyorum! Avucumun içinden bileğime kadar derin bir kesik var veya bileğimin başladığı yerden avucumun içine doğru. Orta parmağımın ucundan damlıyor kan. Ne zaman kanadım bilmiyorum ama en ufak bir acı duymuyorum. Tezgâhın kenarındaki peçeteden bir parça koparıp yerdeki kanı siliyorum. İnsanın kendi vücudundan akan bir şeye hayran olması mümkün mü? Midem bulanıyor. Ufacık bir damla kanın kokusunu alır gibiyim. Birkaç parça peçete daha alıp avucumu sıkıyorum ve mutfaktan çıkıp hole geçiyorum. Yer temiz. Salonun ortasında durup adım attığım yerlere dikiyorum gözlerimi. O an aynı tok ses bir kez daha titretiyor yeri. Yerde bir damla kan daha görüyorum. Tüm ses ondan çıkıyormuşçasına öylece parlıyor. Öbür elimin de kanadığını fark ediyorum. Aynı derin kesik. Katil bir gölge tarafından öldürülmek istediğime artık eminim.

İnsan ilk kez ne zaman gerçek anlamda acı duymaya başlar? Bebekken üşümesin diye bacakları ve kolları sıkıca sarıldığı zaman mı, yoksa yürümeyi öğrenirken ilk düşüşünde mi? Belki de bu kadar ileriye gitmeye gerek yok. Anne karnında öğrenmiş olmalıyız acı çekmeyi. Rahme düşer düşmez. Beynimizin acı merkezi yaşanacak tüm acılara hazırlıklı olana kadar da doğamıyoruz. 

Diğer peçeteyi de avucuma bastırıp iyice sıkıyorum. Ne de olsa acı yok. Yerdeki kan beyaz kilimin üstünde cüssesinden hızlı büyüyor. Parmak ucu kadar olan kan saniyeler içerisinde bir yumruk büyüklüğüne ulaşıyor ve kokusu daha yoğun çarpıyor yüzüme. Yukarı çıkıp ellerimi yıkamam gerek. Arkamı döndüğümde mutfaktan başlayan bir kan gölünün holü geçip salona doğru geldiğini görüyorum. Yanı başımdaki kan neredeyse kilimin yarısını fethetmiş. Hızlıca salondan çıkıp merdivene ilk adımımı atıyorum ve önümden süzülen kan gölünün anbean artan coşkusunu izliyorum. Böyle giderse birkaç dakikaya merdivenin ilk basamağına ulaşacak. İstemsizce bir basamak daha çıkıyorum ama ayağımın altında bir ıslaklık var. Kanıyorum. Ayak bileğimden beş ince çizgi şeklinde parmak aralarıma kadar kusursuzca çizilmişim. Kalın damarlara denk gelen yerlerden kan fışkırıyor. Diğer ayağımda da tam tersi, ama yine kusursuz, bu sefer topuğumdan başlayan derin kesikler var. Kan yükseliyor, ilk basamağa ulaşıyor ve arkama bakmadan ikişer üçer tırmanıp üst kata çıkıyorum.

Artık kaçacak bir yer yok. Çalışma odasının balkonundan aşağı atlamak dışında. Kaçmak sayılır mı bu? Kalbimin daha hızlı atması gerekirken yavaşladığını hissediyorum. Üzerimde tarifsiz bir dinginlik var. Sandalyemi çekip bilgisayarın karşısına geçiyorum. Yarım bir paragraf var, kanlı ellerimle yazmaya başlıyorum.

            savurmuştu… Sadık Bey kızının bu anlamsız davranışlarına bir türlü anlam veremiyor, onun da annesine benzer bir şekilde delirmesinden korkuyordu. Küçük poşetlerdeki insan saçları, tuhaf eşyalar, tütsüler, gerçek olduğuna yemin edebileceği ama kızının ısrarla sahte olduğunu söylediği kedi kulağı ve köpek dişleri. Daha önce hiç görmediği bir dildeki anlamsız kitaplar yüzünden aylardır tek bir gece bile huzurla uyuyamamıştı. Her şeyi geride bırakıp köyüne kaçmayı bir kez daha düşündü. Babadan kalma birkaç dönüm zeytinliği vardı. Anlamazdı bu işlerden ama bu yaşına kadar anladığı ne iş yapmıştık ki? Bu fikir aklına iyice yatmıştı ki evin kapısı ürkütücü bir gıcırtıyla açıldı. Onu görmüyordu henüz, ama kızgın bir boğa gibi çıkardığı hırıltıları duyabiliyordu. Titreyen sesiyle seslendi. “Güneş, kızım iyi misin?”

Merdivenleri tırmanan kan artık üst katı da ele geçirdi. Hızlıca dosyayı kaydedip bilgisayarı kapatıyorum. Masadaki sigarayı alıp yakıyorum. Hak ettim. Uzun zamandır yarım yamalak duruyordu öykünün en kilit yeri. İçim iyice rahatlıyor. Gelen kanın ne kadar yükseldiğini görmek için sandalyemi iyice geriye yasladığım zaman yine onu görür gibi oluyorum; kandan hızlı, benden hızlı, bildiğim her şeyden hızlı o gölgeyi. Tuvalet kapısının anahtar deliğinden süzülüyor içeri. Ben de peşine gidiyorum. Ne olacaksa olsun.

Tozlanmış klozet kapağının üstüne oturuyorum. O âna kadar yokluğunu hiç fark etmediğim cep telefonum lavabonun kenarında duruyor. Her şey burada başlamıştı, dönüp dolaştım aynı yere geldim ama elimde bir şey yok ve evi kan götürüyor! Telefonumda onlarca bildirim ve çağrı var. Son paylaşımım oldukça dikkat çekmiş olmalı. Üstelik özelden yazanların sayısı da bir hayli fazla. Hafifçe öne eğilip gelen yorumlara, mesajlara bakıyorum. Herkes korku içinde. Üzgün, öfkeli suratlar, ağlayan yüzler, yalvaranlar, akıl verenler… Kana bulanmış telefonu aldığım yere bırakıp tam karşımdaki o belirsiz fayansa bakıyorum. Bu sefer bir şey görür gibiyim. Küçük bir ok var. Sanki üç boyutlu. Aynayı işaret ediyor. Ayağa kalkıp yüzümü aynaya dönüyorum. Kaşlarımda, göz çukurumda, dudağımın sağ alt kenarı ve yanağımda aynı derin kesikler var. Yüzüm boşalıyor. Kan döküyorum. Ne yaptım ben! Paylaştığım yazıyı buluyorum telefonda. 

O kadar uzun süredir tuvalette oturuyorum ki… Dışarıya çıkmak için hiçbir sebebim yok. Ben de kendimi kesmeye karar verdim.

Aynada gölgeyi görüyorum. Tüm duvarları kaplayan kırmızı gölgemi görüyorum. Dünyanın en şanslı insanı olduğumu bilerek ölümümle tanışıyorum. Ne kadar uzun sürerse o kadar iyi. Belime kadar yükselen kanın içine sırtüstü bırakıyorum kendimi. 


Önce Sonra

keyboard_arrow_up