menu Menu

Nurtaş Boğuldu

“Taş bile hatırlar,” diyor. “Bizse unuturuz. Sanki her şey suya yazılmış gibi...” 

“Taş bile hatırlar,” diyor. “Bizse unuturuz. Sanki her şey suya yazılmış gibi...” 

Pek çok köydeki onca tapınaktan farklı değildim. Vaktiyle burada, toprak damlı, minaresiz bir tapınak vardı; onun ardından gelmiş, aynı yola yazılmıştım. Küçük bir avlunun içinde yer alıyordum; tabanım su basmanına kadar kayrak taşla örülüydü. Yükseldikçe tuğla duvar ve boydan boya ahşap hatılla çevriliydim. Yamacın dibinde, göğe uzanmış yaşlı bir Tûr Ağacı’nın yanına kök salmıştım.

Minareme köylüler “Nurtaş Zirvesi” derdi. Narin ahşap bedenimin ucunda, göğe işaret eden bir iz gibiydi bu. Tepesinde hep bir cıvıltı, bir tüy kıpırtısı olurdu.

Ahşaptan minberim, çiniyle bezenmiş bir mihrabım vardı. Sade süslemelerimle bir Tunarak tapınağıydım. Zaman, gömleğini değiştirip başka bir yüzle geldi bu kez. Su altında kalacakmışım. Duydum. Sarin Irmağı’nın serin suyuna gömülecekmişim.

Köylü telaş içinde. Tan yerinin kızılı fırının başına çökmüş; birkaç kadın, o kızıllıkta yufka yoğuruyor. Düşünceleri berrak değil. Sesleri yüksek ama kendileri bile duymuyor. Köylünün kursağında kabaran düşünceler, ekmek hamurundaki maya gibi köpürüyor. İçlerinde, yufka yanığı gibi koyu lekeler var. 

Taş avlunun kıyısında, duvar dibine sinmiş üç adam, her biri sigarasını içip, dumanını havaya salıyor. Düşünceleri, sigaranın kıvılcımına karışıp, ağır ağır havada süzülen sis gibi kayboluyor. Duman, rüzgâra yaslanıp Tûr Ağacı’nın gövdesine tırmanıyor.  Ağacın en ince dalında söyleyemedikleri sözler asılı; dolunay zamanı ayı çevreleyen bulut gibi havaya bir ürperti salıyor. 

O gün, Voras Vadisi’nde saatlerin dili kıvrılıyor ne sabah kalıyor ne akşam. Şirkin ordusu fil, at ve develeriyle tozu dumana katıyor. Köylünün aklı bulanıyor, içi daralıyor.  Hepsi derinden veryansın ediyor.

Köydeki kadınlardan biri, karanlığın sokağı ağız ağız yuttuğu bir saatte sessizce avluya giriyor. Elinde eski bir kandil var. Kandilin titrek ışığı, yüzündeki derin kırışıkları aydınlatıyor. Ağzından buhar gibi süzülen bir dua ile Sarin Irmağı’na yalvarıyor.

“Ey suyun gizini taşıyan ulu Efendimiz!
Köyümüzü susturma.
İzini silme.
Yolunu sessizliğe gömme.
Sözümü havada, duamı gökte koma.”

Bir başka gün, gündüz salkım salkım çekiliyor ufuktan. Köyün en yaşlısı, bastonuna yaslanıp Nurtaş Zirvesi’nin gölgesine yürüyor. Sessizce bir süre bekliyor, ardından yavaşça eğilip yerden bir taş alıyor, avcuna koyuyor. Sanki o taş, dile gelip bir şey anlatacak. “Taş bile hatırlar,” diyor. “Bizse unuturuz. Sanki her şey suya yazılmış gibi…”  

Bu köyün bir de delisi var. İkindi vakti yaklaşırken, o deli Nurtaş Zirvesi’ne tırmanıyor nefes nefese. Haykırışı İsrafil’in sûruna benziyor, yankısı vadinin dört bucağını sarıyor. 

“Sürgün ediliyoruz şu yamaca,
İhtiyarların dizleri yere değmez artık,
Horozların ibikleri morardı,
Nurtaş Zirvesi ayakta kala!” diye bağırıp duruyor. Sözleri, her yere kök salıyor; taşın, toprağın, ağacın içine siniyor.

Gün, dağın gölgesine sığınıp kayboluyor. Gün dönünce, insanların içi de değişiyor. Sesleri bir azalıp bir çoğalıyor. Kadınlar artık ekmek değil, yuva yapıyor. Adamlar duman üfledikçe yuvaların içine, dünya değil, hatıralar dönüyor. Artık gün değil, dün dolanıyor her zihnin kıyısında.

Zamanın sırtını dağa yaslayıp suyu beklediği o günlerden sonra, su nihayet geldi — gürül gürüldü. Sarin Irmağı’nın bağrından kopup açık kapılardan içeri daldı; odalara girdi, çatılardan sızdı, yerden bitti su. Ağaç kovuklarından fışkırdı. Sonra bana yöneldi; döne döne, Söğütlü Meydan’a kadar ulaştı. Üzerime, tabut gibi, toprak gibi kapandı. Kayrak taşlarıma çarpıp zeminimi işgal etti. Şadırvandan yükselip kadınlar mahfiline ulaştı. Kubbemi delip geçmek istedi azgın su. Bir hamlede Alevli Tûr’a yaslandım. Ah, o yaşlı, koca Alevli Tûr Ağacı! Bana kol kanat gerdi. Su, bu kez kubbeye doğru yavaşça tırmandı…Boğuluyordum. Boğulurken, delinin sesini duydum:

“Zirvesiz kaldı Nurtaş,
Su altında Voras.
Kör oldu suya gömülen yollar,
Kayıp bir gölgenin türküsüne karıştı hıçkırıklar.
Alevli Tûr’un yaslı dalları,
Sessizliğin suda titreyen yankısını sarar.”

O günden beri sesim çıkmıyor. Deli bana ses oluyor. “Batık Nurtaş” diyorlar bana. Hayır, ben batmadım ki. Gelin, görün: dimdik ayaktayım işte. Kuşlar üzerime tünüyor, cılız bedenleriyle çatımın kıyısına şarkılar serpiyor. Etrafımdaki su ışıl ışıl, göğe yansıyan eski bir efsane gibi titreşiyor. 

Ben hâlâ buradayım, unutulmuş değilim, yalnızca sustum.


Önce Sonra

keyboard_arrow_up