menu Menu
Ömür Dediğimiz Şey
Cemal Süreya “hayat kısa, kuşlar uçuyor,” derken bunları düşünmüş müdür, bilemeyiz ama hayat kadar ömür de kısadır.
Nilüfer Altunkaya Deneme, N°2 / Ömür
Henüz Öldüğünü Ezberlemeden Toprak Önce Dünyanın Kara Deliği Sonra

Bazı Arapça kökenli sözcüklerin yerine Türkçelerinin kullanılmaya çalışılması önemli bir çabadır elbette ama bu tür yaklaşımları belirleyen ideolojik koşullar, oldukça kaygandır bizim coğrafyamızda. Çünkü günlük hayatımızda karşılık bulmuş olan sözcükleri köken dillerine göre kullanmaya çalışmak, zorlama bir çabadır. İktidarlar kendi sözcüklerini toplumsal hafızaya dayatmaya çalışsa da dil, doğal yatağında akmayı becerir ve her türlü zorlamaya rağmen kendi yolunu kendi bulur. 

Bu tür ideolojik yaklaşımları bir kenara bırakırsak ‘ömür’, ‘hayat’ ve ‘yaşam’ sözcükleriyle ilgili biraz düşündüğümüzdeömür biçilen, hayat gelip geçen, yaşamsa yaşanan bir şeymiş gibi geliyor insana. Arapça kökenli olan ömür, bize biçilmiş bir şey olup şu yaşlı dünyadaki varlığımızın bildiğimiz zaman ölçüleriyle kısıtlılığını vurguluyor sanki. Yaşam sözcüğünün ise bana daha biyolojik bir tınısı varmış gibi geliyor. Yaşam formu vardır ama ömür formu yoktur, değil mi?  

Cemal Süreya “hayat kısa, kuşlar uçuyor,” derken bunları düşünmüş müdür, bilemeyiz ama hayat kadar ömür de kısadır. 

Bu kısa insan ömrü insanın kendi deneyimsel var oluşunun sınırlarını aşabilir elbette. İnsanın bedensel varlığının ölümle kucaklaşmasından sonra yani toplumsal hafızadaki ömrü, insanın kültürel varlığının olmasının doğal bir sonucudur. Çünkü insan sadece kendi varlığı kadar kısıtlı etkiler yaratmaz dünyada.  Yani seni tanıyan insanların hepsi ölse de varlığın soyut bir anlam kazanırsa ölümsüzlüğe taşman mümkün olabilir. 

Varoluşçu psikoterapinin kurucusu sayılan Irvin D. Yalom da  insanın bütün derdinin ölümle dans etmek olduğunu vurgular sık sık.  Öyleyse insan bunun farkında olsun ya da olmasın kendisine biçilen ömre bir isyan içindedir. Bu isyan farklı biçimlerde kendini gösterebilir. İnsanın anlam arayışına katkı sunan tüm sanatlar da medeniyetimizin doğayla savaşını kazanırken salına salına bıraktığı karbon ayak izleri de insan varoluşunun somut izleridir sonuçta.  İkisini aynı kefeye koyamayız, evet. Sadece hayatın kendisi olmadığımızı anlarsak bu da iyi bir başlangıç olabilir. 

Bu dünyadaki varlığımız küçük bir parantezdir sadece hiçlik karşısında. Nazım rubailerinde doğanın insandan bağımsız varlığını ne güzel anlatmıştır:

Bu bahçe, bu nemli toprak, bu yasemin kokusu, bu mehtaplı gece
pırıldamakta devam edecek ben basıp gidince de
çünkü o ben gelmeden, ben geldikten sonra da bana bağlı olmadan vardı
ve bende bu aslın sureti çıktı sadece…

Hayat bir yolculuksa ömür bu yolculuğun süresi gibidir. Dünyaya başka bir bedende yeniden gelmek gibi bir masala inanmıyorsak bu uzay zamanın içinde bir ömür yaşıyoruz. Ve değiştiremeyeceğimiz şeylerle neleri değiştirebileceğimizi belirleyen koşullar içinde var olmaya çalışıyoruz, hepsi bu. 

Gençlik, orta yaşlılık ve yaşlılık tanımlamalarının sayısal karşılıklarının değiştiği söylense de bu yaş dilimleri sadece coğrafyaya bağlı değil aynı zamanda son derece sınıfsaldır. Biz çalışarak, aşırı kaygıyla çırpınarak ya da  her şeye karşı kayıtsızlaşarak  ve genelde anlamsızlık duygusuyla debelenerek yaşlanıyoruz. Hayatını şekillendirdiğin seçimlerin birçoğunu oldukça gençken ve cahilken yapmak zorunda kalan bir toplumsal yapı içerisinde orta yaşlara varmak pek de keyifli olmuyor bizim buralarda. 

Şimdi hayat bir dalga gibi geçip gidiyor ruhundan ve bedeninden. Geriye yaşayıp görmüş geçirmiş, bu yolculuğu kendince deneyimlemiş benliğin kalıyor. Hesaplaşma, pişmanlık, keşkeler kâr etmiyor. Artık geçmişin seni getirip bıraktığı yerdesin ve dağılıp gitmiş olan kum tanelerini toplayıp zamanı yeniden başlatamazsın.

“Hayat bir kere yaşandığı için yargılanamaz.” diyen  Milan Kundera ’ya göre insanın dönüp hatalarını düzeltme şansı yoksa ortada yargılanacak hata da yoktur. Sadece var olmaya çalışan insan vardır. O zaman şimdi arkana yaslan ve geçmiş hatalarının toplamı olan şimdiki sene razı ol. 

Bir kâğıda birbirine çok yakın noktalar çizdiğimizde uzaktan bakarsak bu noktaları bir doğru gibi görebiliriz. İşte ömür de böyle bir yanılsama sanki. Küçük anlar birbirine çok yakın olduğu için uzaktan baktığımızda aralıksız akıp giden ömrümüz gibi görünüyor. Belki de ömür, bizim algıladığımız gibi akıp giden doğrusal bir şey değildir, döngüseldir. 

O zaman bu küçük anları elimizden geldiğince parlatmak, hakkını vermek ve tadını çıkarmak bir ömrü anlamlı kılacaktır. Ölümle olan dansımız da bizi çok fazla yormayacaktır. 

Ömür dediğimiz şey küsecek kadar çok geliyor bazen… 

Bazense tadına doyum olmayacak kadar kısa…


Önce Sonra

keyboard_arrow_up