© 2025 Kulta.
Adnan Gerger İnceleme, N°1 / Güz
Nobel ödüllü Perulu yazar Mario Vargas Llosa’nın “İyi edebiyat, gerçek edebiyat her zaman yıkıcı boyun eğmez ve asidir. Var olana bir meydan okumadır” sözünü düşünüp duruyorum ne zamandır. Ne zaman mı? Özellikle son yıllarda yayınlanarak çok iddialarla piyasada tanıtılan yerli romanları her okuyuşumda… Yerli romanlar deyince bilincim de beni kışkırtmıyor değil, hani, bu romanlara siyasi iktidar yöneticilerinin ve yandaşlarının diline pelesenk ettikleri “Yerli ve milli romanlar!” de…” diye ama dilim de varmıyor. Gerçekten romanın genel güncel sorunlarının üzerine düşündüğünüzde romanı; gerçeklik, piyasalaşma ve estetik-ideolojik bağlamında ele almıyorsanız, daha doğrusu romanı bu başlıklar altında “İyi niyetle” ve “Çok konuşmayayım yoksa yayınevleri benim kitabımı yayınlamaz” demeden yüzleşemiyorsanız bu kadar kafa yormanın da bir anlamı kalmıyor. Anlamı kalmıyor, çünkü son yıllarda, katıldığım her etkinlikte, her söyleşide edebiyatseverlerin sanatın ve estetiğin özerkliğinden uzaklaşarak piyasa dinamiklerinin, siyasi ideolojilerin ve popülist söylemlerin hegemonyası altına giren bir roman anlayışının altını çizip duruyorlar. Bu durum, benim okuduğum romanlarla ilgili değerlendirmelerimle birebir örtüşmesi, aklıma “Roman temel işlevlerini yitiriyor mu yoksa yitirilmesi mi isteniyor?” , “Roman entelektüel derinliğinden uzaklaşıyor mu yoksa uzaklaştırılmaya mı çalıştırılıyor?” ve “Roman bilinçli bir şekilde hem anlam hem dil hem içerik anlamında tek tipleştiriliyor mu” sorularını getiriyor. İşte romanın güncel sorunlarını düşünmek, bu sorulara yanıt arayınca daha kolaylaştı.
Günümüz romanının onun gerçeklikle olan bağını kopararak, adeta sanal bir evrenin ürünleri haline gelmesi gerçeğini kim inkâr edebilir. Bu durum, romanın ontolojik yapısını sarsmakta ve onu “edebikelam değirmeninden öğütülmüş, içine uyku hapı katılmış” bir metne dönüştürmektedir. Oysa roman, Balzac’ın dediği gibi, “toplumun bir aynası” olmalı, bireylerin ve toplumun iç çelişkilerini, dönüşümlerini ve çatışmalarını yansıtmalıdır. Ancak günümüz romanında, bu ayna işlevini yerine getirmek yerine, bir avuç yazarın yine bir avuç kitap tanıtıcılar tarafından pohpohlanarak, belirli bir “kişiliksizleştirme furyası” içinde sunulduğu görülmektedir. Bu, yazarın ve eserin özgün sesini yok eden, tek tipleştiren ve adeta bir “disiplin” haline getiren bir durumdur. Romanın bu yozlaşması, bireyin kendine, yaşadığı topluma, ülkesine ve dünyaya dair sorgulamalarını derinleştirmek yerine, onu hazır düşünce kalıplarına ve dogmalara hapseden bir araç haline geldiğinin anlaşılması hiç de zor değil. Günümüz romanının bir diğer önemli sorunu, onun bir “edebiyat endüstrisi” ürünü olarak görülmesi. Bu bakış açısı da çok acımasızca hem de… Roman, artık entelektüel birikimin ve sanatsal çabanın sonucu olmaktan çıkarak, kapitalist sistemin en ilkel metalaştırıcı döngüsüne entegre ediliyor. Bu durum, kitapların doğal olarak birer tüketim nesnesi olarak algılanmasına neden oluyor. Hatta çoğu kez süpermarketlerde deterjan, saç boyası gibi indirimli raflarda yerini alması ve belli başlı birkaç ama hep aynı yazarların bir “pop yıldızı” gibi belediyenin düzenlediği edebiyat günlerinde tanıtılması, hem bir yazar hem bir okur olarak zoruma gidiyor. Bu endüstrileşme, nitelikli eserlerin arka plana itilmesine, niceliğin niteliğe tercih edilmesine ve popülist, sığ içeriklerin teşvik edilmesi, eleştirel düşünceyi yok sayan, okuru edilgen bir tüketiciye dönüştüren ve sanatın özerk alanını daraltan bir kültürel hegemonyanın sonucu değil de nedir?
Son yıllarda piyasayı domine eden bir başka eğilim, tasavvufi mistisizmi merkeze alan romanların varlığı… Hatta bu tür eserlerin giderek çoğalması, bu tür eserleri yazanların görevlendirilerek bol akçeli yerlere atanması, “Modernleşme, düşünce ve inanç özgürlüğü gibi kavramların ardına gizlenerek, aslında belirli bir dini ve ideolojik söylemi yayma misyonu mu yerine getiriliyor?” sorularını da beraberinde getiriyor. Romanın toplumsal gerçeklikleri sorgulama ve dönüştürme potansiyelini yok ederek, onu gerici ve dogmatik bir dünya görüşünün propaganda aracı haline getirilmesi elbette edebiyat kabul etmez. Çünkü artık bu edebiyat değil, okuru gerçek hayattan, toplumsal sorunlardan ve eleştirel düşünceden uzaklaştıran, “kaderci” bir zihniyeti pekiştiren yayınlardır. Bir diğer ana sorunlardan bir tanesi romanda; toplumsal eşitsizlikler, yoksulluk, adaletsizlik ve şiddet gibi temel sorunları ele almak yerine, bireyin ruhsal dünyasına odaklanarak, bir tür “entegrist” kurgusal dünyalar yaratılmasının tek koşul olarak algılanması. Günümüzde bu tür temaları işlemek yazarın sanki yazar olma koşuluymuş gibi benimsenmesi ve bu tür kitapların bolca yayınlanması endüstriyel kültür anlayışının bir parçası olarak karşımıza çıkıyor. Oysa normal olarak bir romandan beklenen aydınlatıcı ve sorgulayıcı işlevdir. Bu tür temalar da romanın asıl bu işlevlerini baltalar.
Günümüz romanında yaşanan bir başka sorun da ideolojik ve estetiktir. Bir kriz boyutunda ele alınması gereken bu sorunun ana kaynağı bir “imgeleme” krizidir. Postmodernizmin etkisiyle yaratılan “hipergerçek” bir dünya, gerçekliğin kendisinden daha gerçekmiş gibi sunulmakta ve imgeler, resmi ideolojinin hizmetine koşulmasından başka bir şey değildir. Bu anlayışla yayınlanan romanda sembolik ve metaforik güç yoktur, gerçek toplumsal sorunlar “Kürt sorunu, yoksulluk, adaletsizlik vs…” doğrudan ve somut bir şekilde ifade edilemez. Bu yapıtlarda toplumsal acıların anlatılmasına olanak tanınmaz. Bu tür roman yazarları da hem mevcut siyasi yapıyla uyumlu bir pozisyon aldığını hem de “zihinsel imgeleme” yoluyla gerçekliği çarpıtarak, sanatsal sorumluluktan kaçındığını da çok rahat bir şekilde betimleyebiliriz.
Roman “insan doğasını zenginleştiren, ezberlenmiş kalıpları yıkan” bir işlev üstlenir. Romanın yeniden bu işlevi üstlenmesi, bu sadece yazarların değil, aynı zamanda eleştirmenlerin, yayıncıların ve okurların da ortak sorumluluğudur. Özellikle okurların…Okurların gerekli entelektüel ve estetik çabayı göstermeli… Benim korkum, romanın edebiyat misyonunun tamamen ortadan kalkması ve sadece piyasa ve resmi ideolojinin bir aracı haline gelmesi… Oysa roman, toplumsal hedeflerin peşinden giden, gerçeği sorgulayan ve insanın insaniyetini yeniden hatırlatan bir sanat formu olarak kalmalı…