DO MAJÖR- RE BEMOL
Kokunun sesi varmış. Duydum. Hem de gözlerimle.
Duyular arası bir aktarımdan söz etmiyorum, şahit olduğum son cinayetler sırasında deneyimlediğim bir şey bu.
Yaşamayı ağaçlardan, tavşanlardan, kadın otlarından, ipek böceklerinden, yusufçuklardan öğrendiğimi söyleyerek başlamak isterdim söze. Her dem yeşermenin yollarını, hazza sıçrayarak ulaşmayı, kuruduğumda bile misk gibi tütebilmeyi, su üstünde yürüyebilmeyi, kendimden başkasını da yaşatabilmeyi daha kolay anlatabilirdim o zaman. Zihnime çelme takıp yabanın diliyle aktarabilirdim size son cinayetleri.
İç güdülerimle deneyimlediğim, sezgisel ve kolektif bilgiyle sürdürdüğüm bir yaşamda başka bir şey olarak bedenlendiğimde neye benzerdi dünya? İnsan denen muammayı çözmek zorunda kalmadan bir ömür nasıl geçerdi? Katlimi ve katillerimi nasıl anlatırdım bizden sonrakilere? Bu bedende bunların yanıtını verebilmek mümkün değil.
Ne yazık ki ben yaşamayı insanlardan öğrendim. Yaşamaktan çok ölmeyi bilerek. Yaşatmak yerine öldürmek üzerine eğitildim. Gördüm ki birkaç kez ölmeden çokça da öldürmeden yaşayamıyor insan. Bugüne dek öldürdüğüm bütün çiçeklerden özür dilerim. Besleyemediğim japon balıklarından, iyileştiremediğim küçük kanatlılardan, kurban edilmelerine göz yumduğum büyükbaşlardan, oltamın ucuna çektiğim mercanlardan, karagözlerden, ayaklarımın altında can vermelerini umursamadığım karıncalardan, kara ve sivri sineklerden, hamam böceklerinden… Özür dilerim. Bir katilin pişmanlığı neye yararsa?
Oysa çocukluk kayıtlarımda sözlerden çok seslere ve kokulara yer vermiştim. Küçük kasabamın büyük özgürlüğü doğaydı. Erik ağaçlarının tepelerinde kurmuştum oyunlarımı, ördek yavrularıyla girmiştim çamurlu sulara, kazlarla koşmuş, köpeklerle uyumuştum. Tercümesi güç, yaban bir dil konuşulurdu içimde. Görüntüler, hisler, düşler, sesler, kokular dizgesi diye tarif edebilirim size. Anlama ulaşma çabamda kelimelerden fazlasının kaydı buralara aitti. İçine doğduğum dille içimde konuşulan dilin fonetiği başka hala. Şeylerin kokusu ve sesi hep eksik… Bazı şeylerin inceliğini- kalınlığını, sertliğini-yumuşaklığını isminden yakalayabilmek güzeldi. Kendi yaban dilimi unuttum büyürken.
Dilim, ezberim olmasın isterdim.
Aynının başkalıklarını bulmak şimdi işim gücüm. Toprak kokusunun kaydını tutmuşluğum var mesela. Yağmur sonrasına ad koymaya hiç yeltenmedim. Çorak toprak ( çork), köpek sidiği karışmış (sörk), hasat sonrası(has), karınca yuvası açılmış(kumur), incir ağacı yetişen(cers), karpuz yatırılmış(meffi), elekten geçirilmiş(sıs) nehir yatağındaki(şişil), deniz kıyısındaki(tıtta), kırlangıç yuvasındaki(yeyyil), çocuk avuçlarındaki suya karıştırılmış(agus), kaldırım taşlarının arasındaki(kofk), mantar gölgesindeki(bat), kaya dibindeki(menme), köy yolundaki(datta), saksıdaki(çörç), nemli(fup), rutubetli(popa)… Başkalıklar üzerine düşününce çok da başkalaşmıyor dünya.
Her şeye rağmen insanın inanabilmek gibi bir kaçış rampası var. Gerçeği kendininkiyle değiştirip dolu dizdin toslamak için ideal. İyi mi kötü mü bilmem. Yeterince zaman geçirdiğinde herkesin bir ağacı işitebileceğine olan inancımı son cinayetlerden sonra kaybettim sanırım. Uzun, upuzun hikayeler anlatabilirdi halbuki ağaçlar insanlara.
Belleğin mekanla nasıl iç içe geçtiğini, bir bahçenin bütün mahalleye yuva olabileceğini, kültürel çeşitliliğin, dostluğun izlerini bir dut ağacının gölgesinde bulmuşluğum vardı benim. Birkaç yıl önce yazmıştım Dutlukevi’ni oradan biliyorum.
Bu arada sözünü etmek istediğim son cinayetler de son cinayetler değiller artık. Çoktan yenileri işlendi ben bu yazıyı yazarken. Yanan cesetlerin kokusu Yasef amcayı ve dut yapraklarını getirdi burnuma. Gördüm. Ulak tilkiler kapkara oldu. Yazıcı yılanlar ipe döndü. Arşivci sincaplar, köstebekler, kirpiler kaskatı. Kayınlar, çamlar, kavaklar… İnsanın yaktığını söndürmeye insanın gücü yeter mi?
Kokunun sesi varmış. Duydum. Hem de gözlerimle. Kan çanağında gezdirdim onları. Kendi izinden dönen karıncanın atlasıdır koku. Dutlukevi’ne gidelim Madam Ester. Dutlukevi’ne gidelim.
LA MİNÖR-RE MİNÖR
“Kapısı kuştandı. Kanatları hep açık olur hiç kapanmazdı. Sefarad Yasef Amca ve Madam Ester’in evi… Upuzun bir kuyruk gibi salınırdı hikayemizde dutlu bahçe; hepimizi kucaklar, yaslardı göğsüne. Her giriş çıkışımızda küçücük parmaklarımızla kocaman dokunurduk pervazdaki mezuzaya. Acıkan, susayan, hoş sohbet dileyen herkes çekinmeden girerdi dutlu bahçeye. Arslan bacaklı, gösterişli, mermer masanın etrafında illaki biri, üzerinde de olmazsa olmaz bitip tükenmez buzlu dut şerbeti olurdu. Madam her daim donatırdı masayı. Pırasa köftesi, şambrak, boyoz, azeturalı ya da espinakalı gül böreği, koruk ekşili kabak kabuğu, tarama…
Etliye sütlüye karışmazdı Yasef Amca kaşer gereği. Yom Kipur günlerinde adaklık tavukla horozdan yapılma pilavlı yemek verirdi Madam. Yanında kavun çekirdeklerinden süzdüğü subiya gelirdi işlemeli bardaklarda. En güzeli de Hanuka’da dağıttığı hediyelerdi. Pinek kedileri, sarıca bal arıları, süt kuzuları, ipek böcekleri, güvercinler beslenirdi bahçede. Yasef Amca piyanonun başına geçip Madam’ın sesi kantikalara karışınca olmamış dutlar olgunlaşır, kediler kıpırdanır, ipek böcekleri keyiflenirdi. Pencerelerden taşan sesle serinlerdi sokak. Kürt Nine kapı önüne çıkar, uzaklara dalardı. Alnındaki dövme genişler, gözlerine kaçak bir aşk taşınırdı dinlerken. Dut ağacı evin ruhudur balam. Duygulu bir ağaç dikmek gerek her eve, derdi. Nar, iğlek, iğde, turunç, söğüt, dut… Bizim sokak bu yüzden duyguluydu.
…
Dutun karası leke bırakırdı üstümüzde. Aşk lekesi bu. Sakın ha başka bir şeyle temizlemeye kalkmayın çocuklar derdi Madam. Ağaçtan birkaç yaprak alıp lekenin üzerini ovalardı. Meyvesiyle yaprağı birbirine aşıktır bunun başkasıyla kavuşturursan izi kalır, sakın ha sakın, deyip sırrını fısıldardı.
…
Biz benzerdik birbirimize. Deli Nurettin karga beslerdi Madam güvercin. Güngör ışıktan kaçardı Ümmühan pencereden. Kör Munise’nin goncası muska taşırdı boynunda; Macuncu Dede Teslim Taşı. Melek kedileri arardı ben annemi. Pamuk Dede’nin anası geyikti Macuncu Dede’nin kendisi. Reyhan hanım yumurtlamak isterdi Ezedinliler’in kız kardeşleri de. Dutlu bahçe, dokuz mumlu şamdanın etrafında toplardı hepimizi.
…
Şafi, dedi Yasef amca birinde. Siz daha iyi bilirsiniz gerçi. Allah’ın varlığına dut yaprağını delil etmiş. Demiş ki bu yaprağı koyun yer süt yapar, arı yer bal yapar, geyik yer misk yapar, tırtıl yer ipek yapar. Dinleyicilerinin yüzlerini tarttı tekrar konuşmadan önce. Çocuklar iri iri şaşırmıştı. Yaşlılar hak verircesine başlarını aşağı yukarı salladı. Madamsa ilk kez bu kadar durgundu. Tuz ağacını bilir misiniz, Gargat ağacı? Hani bizi sizden saklayacakmış kıyamet kopmadan önce, deyip kederle karışık gülümsedi. Bilenler çıktı tek tük. Onların da dudağının kenarına bir utanma yerleşti. Ağacın kalleşi olmaz dostlar. İnsandır o. Bizse birbirimize leke sürmeyiz ancak lekemizi çıkartırız bir olup. Şafi, Allah’a delil etmiş bu dutluğu. Ben ve Madam dostluğumuza delil ederiz, dedi.”
FA
dudakta yarım göğüste tam.
f
a
a
a
a
uzar boşluğumda.
rüzgar (susmadı) ağaç (yanmadı)
ORMANNNN
yalnız titreşim
yalnız yankı.
AĞACIN KALLEŞİ OLMAZ OLSA OLSA İNSANDIR O.
Ağustos 2025 İzmir