© 2025 Kulta.
Feyza Akbulut Öner N°2 / Ömür, Öykü
“Her metre beş milyon yıl. Adımlarını ona göre at,” dedi Fern.
Sağanak altındayız. Diğerleri koşarak yanımızdan geçerken kimin konuştuğundan emin olamadım önce. Tam karşısında durmuş uzun uzun bakıyordum olmayan gözlerine. Daha doğrusu anılar bulmayı umduğum oyuklarda sürdürdüğüm bir araştırmadaydım. Göz yuvalarının kayıt tuttuklarından emindim çünkü. Bütün yuvalar hatırlamak için yapılırlar. Yuva bozmak bir günahtan çok bir delil karartma ya da arşiv imhası gibi gelmiştir bana bu yüzden. Kuş yuvalarına dadanan yılanlar açlıktan çok unutturmak için gerçekleştirirler bu eylemi. Açlık, iz bırakmamak adına seçilmiş bir şaşırtmaca sadece. Ama konumuz yılanlar değil bu yağmurun altında; Fern.
Yirmi altı metrelik, korkunçluğunu yitirmiş bir dinozor iskeleti kendisi. Yüz elli milyon yıl önce yeryüzünde yürümüş otobur bir gezginin bronz kopyası olarak ülkenin en eski kayalarıyla döşenmiş bahçede zaman yolcularını karşılıyor. Ötücü kuşlardan ikisi üçü yürüyor üzerinde. Ayaklarının altındaki otların arasında öğününün derdinde bir kuzgun. Çocuklar gülüp geçiyorlar yanından. Geçmiş -yeterince zaman geçtiyse eğer- ürkütmüyor kimseyi.
Ömrünü çoktan tüketmiş her şey gibi Fern de bir duygudan çok düşünceler uyandırmak için sergileniyor burada.
Yağmurda parlayan gövdesine yaklaşıp eğrelti otlarından bir emare aradım etrafta. Çocuklar seçmiş bu ismi. Otları sevdiği için olmalı. Çocuklar her şeyin aslını gördüğü için de olabilir. Hakkında çıkan haberlerde dişil ifadelere rastladıysam da cinsiyetine dair açık bir bilgiye ulaşamadım. Takılmamalıyım bu detaya. Önündeki engeli aşmak isteyen her kahraman gibi bir bilgeye danışmak ihtiyacındayım şu an.
Jeolojik bir ayrılmanın tam ortasındayım. Benim dişi bilgem sen olur musun Fern?
Oya oya bulduğum ve henüz fırça değdirmediğim duygu fosilleri var içimde. Parçalanmalarından korkuyorum. Ayrılma tamamlanıp benim küçük kıyametim gerçekleştiğinde nasıl hayatta kalabilirim? En azından bir ipucu veremez misin?
İçimde koca bir çağ kapanıyor.
Dinozorlarda anne-çocuk ilişkisine dair yeterli bilgim yok. Üç dört kitap okumuştum halbuki çocuklara. Bir dinozor yavrusu yumurtadan çıktıktan ne kadar zaman sonra yetişkin kabul ediliyordu anımsamıyorum. Kaburgalarımız aynı göğüs kafesine aitmiş, aynı iskeletin iki ucundaymışız gibi hissediyor musun sen de?
Eğilip toprak ve suyla aramdaki mesafeyi azaltmalıyım. Ben de bir eğrelti otu sayılmaz mıyım? Köksüz görünen her şey derinlere ısrarla tutunmaya çalışır ya köklerimi bulmalıyım acilen. Algımda kopukluklara sebep oluyor duygularım. Biri taç çakramın antenleriyle oynasın lütfen. Sen yapar mısın rica etsem? Dünyayla bağlantımı sık sık kaybediyorum. Görüntüler hızla akıyor. Sesler cızırtılı ve boğuk. Konumum Londra Doğa Tarihi Müzesi’ni işaret ediyor. Bu bilgi hiçbir işe yaramıyor farkındayım. Çoğunlukla olduğum yerde olmamamdan kaynaklı bir veri sorununa dönüşüyor hatta. Aslım ve kopyam olarak geçen bazı günler, bazı yerler, bazı anlar var biliyorsun. Bilmiyor muydun yoksa? Bu da onlardan biri olmalı. Empatik deneyimlerim de cabası. Buraya varmadan birkaç saat önce nöbet değiştiren bir kraliyet atı, genetiğiyle oynanmış siyah bir kuğu, at kestanesi kemiren bir sincap olmuştum. Kim olduğum hakkındaki fikirlerimde kararsızım farkındayım.
Yüz yetmiş altı santimetrelik nadiren etobur olan gövdem yavaş yavaş çekiliyor gerçeklikten. İçimin nehir yatakları çatladı, yarıldı, kurudu. Bu sağanaklar içime ulaşmıyor bir türlü. Kalbime yürüyen bütün dallar yaprak döküyor. İklim değişikliğine bağlı renk değiştiriyorum. Ciğer otlarından, karbon devri ormanlarından geçiyorum.
Jeolojik zamanları yürüyerek deneyimleyelim istiyor müze yetkilileri. İklim krizine yanıt veren bir ekosistem tasarlamışlar ama benim içimdeki yarılmaları hangi laboratuvarda inceletebilirim bilmiyorum.
Toprak ve yaşam döngüsü ne kadar kırılgansa evlat ve anne döngüsünün de o kadar kırılgan olduğunu kanıtlayabilirim pekâlâ. Çağları bitiren bir uçağın tekerinin piste değişi bile olabiliyor bu döngüde. Kimseyi buna inandıramayacağımın da farkındayım ama öyle. Günlerdir doğum sancıları çekiyorum. Fiziki bir doğumun tüm analizlerini yapabilen bilim dünyası ruhsal doğumlar hakkında elle tutulur kaç veri sunabiliyor ki bize? Leğen kemiği göğüs kafesinden dayanaklı mıdır acaba?
Metaforları somutlayamıyorum bir türlü.
Kıyıda, ardımda kıraç ova/ Hale yola mı koysam hiç değilse şu topraklarımı?/
Londra Köprüsü yıkılıyor yıkılıyor yıkılıyor/ Enkazıma payanda kıldım bu parçaları
Bildin, Çorak Ülke’den okuyorum. T.S.Eliot. Aldı Gök Gürültüsü şiirin adı. “Yalnızca kaya var, su yok burda” diyor bir yerinde.
Biz ülkece susuzluk çekiyoruz Fern. Gediz Ovası sahraya döndü. Bin altı yüzden fazla obruk oluşmuş bu sene Anadolu’da. Yer altı suları ciddi seviyede azaldı. Senin tuzun kuru burada. Sen gövden yaş demeliydim aslında. Hayır, konudan konuya atlamıyorum bütün anlattıklarım tamamen jeolojik ayrılmalarla ilgili. Benimki de jeolojik bir ayrılık. Organlarım yer değiştiriyor birbiriyle, önce sular altında kaldı her hücrem şimdi de kuraklık başladı işte.
İlk adımladığım taş Lewiasian gnays. Ayaklarımın altında üç milyar yılın nabzı atıyor; levhada okudum. Kendi nabzımı tutmuyorum birkaç yıldır. Ritmim bozukmuş. Bütün normallere karşı soru işaretleri taşıyorum neyse ki cebimde. Kime göre, neye göre? Pembe kumtaşı, yeşil kuvarsit, mor arduvaz… Yalan yanlış şeylere inandığım çağlardan geçiyorum.
Kendimin küçük kıyametine hazırlanıyorum. Bazı hisler küçük harflerle yazılmalı Fern.
Mavi Bölge’de nesli tükenen diğer hayvanlarla bakıştım. Orada çıt çıkmıyor. Kimse ağzını açıp bir şey demiyor. Turuncu alanda ansızın yosunlar çıktı içimden, böcekler, çiçekler… Kuşlar havalandı göğsümden. Kelebeklerin, yusufçukların yanı başındaydım. İnsan ömrü yaşla ölçülmemeli. Sence de öyle değil mi?
Anneler nasıl bırakır çocuklarını kendinden uzağa hiç bilmiyorum Fern? Yol gösterirsin sanmıştım.
Fern’in bronz sessizliğini yanıma alıp yola çıktım. Kendi yolumu kendim bulmalıyım. Gaya mıyım neyim ben, sarsıldıkça sarsılıyorum.
Amazonlardan medet umarak sol mememi kesip attım varır varmaz kendi suyuma. Artık biliyorum yalnız kendine dökülüyor insan.
Sular giyinik. Yaşamak, askısında kalacak buharlaşan damlanın. Yıkanan taşlar… Çakıllar.
Akarsu içinde Kırk Harami Kapısı. Ben, suların kıyısında gizlenen yurtsuz çocukların sızısı. Sulara dokunmaya benziyor zamana dokunmak.
Köpüklerle oynuyor yaşlı su perisi. Ömür, zamansız bozulacak kabarcıktan başka ne ki? Yiten sihir. Zihnimde yer değiştiren yer küre. Yakınsak ve ıraksak anılar her yerde. Dünya’nın katı mantosunun sürünen hareketleri. Yitim bölgeleri nispeten soğuk. Göreceli ve belirsiz ilişkilenmeler içinde Ali Onbaşı Deresi’nde tekerler gibiyim bütün sözcükleri. Suya yürüyorum. Anladım ki jeolojik ayrılmalar nörolojik sonuçlar doğurabiliyor. Bunu ispatlayamam.
Levha tektoniğine göre birbirinden uzaklaşan levhalar yeni okyanus kabuğunun oluşmasına yol açıyorlar. Bu şekilde oluşan okyanus sırtları yer kabuğunun en genç bölgeleri ve levhalar ayrıldıkça sırt ortadan büyümeye devam ediyor.
İki gündür çektiğim sırt ağrılarının sebebi bu olmalı. Ana gövdeden kopan bir levhanın okyanus aşırı bir mesafeye konumlanmış olması nedeniyle gözlemlenebilen bir durum özetle.
Fern ne yapıyordur şimdi sağnak altında? Acıkmış ya da susamış mıdır? İyi uyumuş mudur dün gece? Ya yalnızlık çekiyorsa? Ya üşüttüyse? Ya ağladıysa arkamdan?
Şeyler kırıldı içimde. uygar değilim bundan böyle.
kabuklarımdan sızan deniz/ler
kabaran yeni bir kıta
göğsümde
Adını sen koy Fern.
tuzu değil daha keskin
gözyaşlarının kemirdiği düşüncelerden.
kalbim levhalarını söken eski bir gezegen,
kendinden sürgün bir çiğim.
omurgamdan sarkan yalnızlık
parmaklarımdaki çuvaldız
suya karışıyorum yeniden.
yeni yuvalar açıyorum
kemiklerime.
yokken bile
inandım sulara.
Fern: uzak (Alm.)
Fern: eğrelti otu(İng.)
Eylül 2025
Londra-İzmir