menu Menu
Salınımlar - III
Her şeye geç kaldığım hissiyle boğuşuyorum. Geç kaldığım hislere karşı hiçbir şey yapmıyorum. Kapıldığım hislerle farkında olduklarımı birbirinden ayırsam da kendime açıklamalar bulma refleksimi bir türlü bırakamıyorum.
Feyza Akbulut Öner N°3 / Yol, Öykü
Şiir, Eleştiri ve İnanç Önce Yangın Yeri Memleket Sonra

SENFONİK

Lagüne yürüyorum.

Çantamda bayat ekmekler, yemek artıkları, sebze kabukları, birkaç avuç yem, üç beş boş market poşeti…

Diksiyon temrinleri gibi günler…

Koristler benden önce yerini aldı yine. Ses açtıklarını duyabiliyorum buradan.

Her şeye geç kaldığım hissiyle boğuşuyorum. Geç kaldığım hislere karşı hiçbir şey yapmıyorum. Kapıldığım hislerle farkında olduklarımı birbirinden ayırsam da kendime açıklamalar bulma refleksimi bir türlü bırakamıyorum.

Ağaçların hışırtılarına karışan bisikletlerin toprak yolda çıkardığı seslerle adımlarımı sıklaştırıyorum. İnsanlığıma dair hatırlatmalardan itinayla uzaklaşıyorum. Önümdeki kadının kulaklığından ani bir kararla yan yola sapıyor Ferdi Özbeğen anlamış gibi… Nefes nefeseyim. “Gündüzüm seninleee...” Devamını getirmek istemediğim hâlde “Beyhude geçti ömrüm derdiiiiiinle.” 

Şarkı devam ederken içimde eski bir savunma sistemi devreye giriyor. Aynı duygusal mevzide bir kurşun askermişçesine yürüyorum. Kendime karşı tuttuğum nöbetlerden uygun adım dönüyorum bugün de. Kuirin yalnız sesine alkış tutabilen ülke gerçekleri, maskülen öfkelerimi depreştiriyor birden. Hepimiz yalancısıyız hakikatin. Ve kavalcısıyız toplu ölümlerin. Teker teker ve uzata uzata geride bırakıyorum bu yüzden insanları.  “Aşkını bir sır gibi…”

Dönmekten ve dönüşmekten korkmadan geçtiğim yollar, beni bana aynalayan mevsim geçişleri, ölüp ölüp dirilen otlar, sesini çıkaran toprak, tüylerini döken köpekler, durmanın hakkını veren heykeller, renkten renge giren gökyüzü… Burada olmak için yüzlerce açıklama yapabilirim kendime. Kuş provalarını not etmek sadece biri. Eylül çıktılarımı yırtıp attım önceki akşam. Onca emek, eski tavanın içinde yanıp gitti. Sezgilerimi budamışım günlerce. Oysa kakofonik bir senfoni ortaya çıkarmak niyetindeydim. Müzik eğitimi almamış olmayı dert etmedim hiç. Jimi Hendrix de almamıştı. Ne koristlerim ne de ben tutkularımızı terbiye edecek bir sisteme dâhil olmak istiyoruz. Uyum yakalamak gibi yüce idealler de taşımıyoruz.Üstelik herhangi bir salona kapatılmak aklımızın ucundan bile geçmezken nefesim senkron kaybına uğradı. Yavaşlayıp soluklandım. Yeterince soluk değil miydim? Eş sesli kelimeler anlam kaydırmak için birebir. Taş sektirir gibi iki, belki üç belki beş sıçrayış yaptırabilirler pekâlâ. Anlamların da sapma eğilimleri olduğu ortada.

Hesaplarıma göre altı dakika yirmi yedi saniye geciktim.

Her adımımı bir tutanak ciddiyetiyle kayda geçecektim bundan sonra. Bu değil kastım burada, bun. Henüz yapım eki almamış sıkıntılarım sebep oluyor kurtulamadığım îzahlara. Kaynaştırma ünsüzü sorunsalıyla karşı karşıyaydım bu kez. İmdadıma Dede Dağ sırtlarındaki ağaçların cümlesinin Çakalburnu’nun sularına dantel gibi işlenmiş olması yetişti. Telefonumun pozlama ayarlarını yapıp yatay yerleştirmeyle art arda görüntüsünü aldım yansımanın. Galerisini cebinde taşıyan, amatör bir fotoğraf meraklısıyım. Kâr amacı gütmeden paylaşıyorum çektiklerimi psikoloğumla.

Son görüşmemizde o meşhur susmalarının beni konuşturmasına daha fazla müsaade etmemek için susup çektiklerimi gösterdim peş peşe. Dayanamayıp sordu:

“Neden yapıyorsunuz bunu kendinize?”

“Neyi?”

“Bunu işte…”

“Bu çağ hepimizi bir şekilde sanata yöneltiyor. Ne de olsa bilim herkese göre değil hâlâ.” dedim ona.

Lağım kokan dar boğazdan geçerken burnumu kapatmıyorum. Bütün kesif  kokuyu çekiyorum ciğerlerime. Sebep olduğumuz şeylerden kaçınmak ikiyüzlülük. Sorumluluk almadan yürümemeyi öğretiyorum kendime. Üç beş boş market poşeti tam burada devreye giriyor ve başkalarının çöplerini benimmişçesine topluyorum her seferinde.

Vardım nihayet. 

Huzur… 

Tanpınarvari bir rüya- gerçek düşüncesiyle saatimin alarmını kırk dört dakikaya ayarlıyorum hemen. Kalan bir dakikayı alışıldık kalıpların dışına çıkma niyetiyle araya veriyorum.

Balıkçılların krraklarını dinliyor bir kurbağa. Karaya vurmuş plastik şişeler, kâğıtlar ve parçalanmış naylonlar birikmiş durduğu noktada. Niye bu kadar dikkat kesilmişbalıkçıllara bilmiyorum. Taklit etmek mi yoksa eleştirel bir gözlem mi niyeti? Flamingolarla günün batı kanadındaki yerlerindeler tahmin ettiğim gibi. Papağanlar ağaçlara dağılmış ikişer üçer. La’dan mi’ye çatlayan martı sesleri, eşekturplarının yapraklarını titreştiriyor belli belirsiz. İrili ufaklı çekirgeler türemiş bu sabah. Serçeler sazlıklardan tarafta. Karabatak kafasını sudan çıkarmıyor bir türlü. Ya boğulursa endişesi saçma sapan yerleşiyor boğazıma. Kargalar ağır adımlarla kayalara tünedi. Süleymancık, palmiyenin gövdesine tırmanıyor. Karıncalar bugün de ilgilenmeyecekler belli. Gezegenin altında devasa bir ambar olmalı sayelerinde. Tekir kedi, yalıçapkının arkasında pusuda. Bu sinsi bekleyiş, dikkatimi dağıtıyor. Müdahale etme arzum üşümek benzeri bir ürperme geçiriyor ayva tüylerimin arasından. Sonbahar yaprakları yer değiştiriyor esintiyle. Keçiboynuzları yerlerde… Otların arasında baton arıyorum âdet yerini bulsun diye. Hiçbir şeyde uzmanlaşmak niyetinde değilim. Bu eko-koronunşefi olduğuma bir kanıtım olsun istiyorum. Yoksa yaban yanlarımı ehlileştirmekten kaçınıyorum. Animist bir merakla şeylerin sesini duyabilmek dileğim.

Bitkileri ve hayvanları tanıma isteğim, insanları tanıma isteğimin önüne geçti geçeli bu karşılaşmaların yarattığı sevinci enine boyuna düşünüyorum.  Bir yanıyla nostaljik bir yanıyla dramatik, öte taraftan yarım kalmış bir tanışıklık hissi… Yanıtını bilemeyeceğim o soru yankılanıyor aklımda: Beni nasıl bilirsiniz?

Yol nasıl kazır beni hafızasına? Yakılmış ağaç gövdeleri, sararmış anız, kuyruğu kulağı kesilmiş hayvanlar, zehir akıttığımız toprak, avladığımız ördekler, karaya çekili eski tekne, etrafa saçılı cam kırıkları, bozduğumuz karınca yuvaları ne görür bende her geçişimde?

Yolun hafızasında kayıtlı mı atalarımın şarkıları? Kaç medeniyet önceydi barış? Titreşimlerimin kaydı var mısolucanlarda?

Beni nasıl bilir yoldakiler? Neden yolcunun hikayesine çevrili tüm gözler?

Ayağımın altından gelen çıtırdamayla kendini belli ediyor aradığım dal. Kafamı kaldırınca anlıyorum duttan kopma olduğunu. Şefliğime kanıt batonumu havaya kaldırıp rastgele salınmasını sağlıyorum sol elimle. 

Sağlak hareketlerimi ketleme pratiği işte… Zaman zaman dişlerimi de sol elimle fırçalıyorum. Sol elimle tutuyorum kahve fincanını. Dalın belli belirsiz sesini duymaya çalışırken kapkaççı zihnim araya giriyor yine. “Dut ağacı boyunca, dut yemedim doyunca… Yâri düşümde gördüm, sarılmadım doyunca…” Ne ara geçiverdik Azeri türküsüne anlamıyorum bile. Bazı sızılar hiç dinmiyor madem göğsüme dayayıp doyasıya sarılıyorumduta. Gözümden süzülen bir şey yok artık.

“Neden asılları dururken yansımaları çekiyorsunuz sizce?” diye soruyor Yetiş Hanım. Psikoloğum yani. İronik bir hayat yaşıyorum. Gelir miyim ben bu numaralara?

“Neyi ima ettiğinizi anladığımı söylersem işinize mi karışmış olurum sizce?” demiyorum elbette. Dış nesnelerin içselleşmesi yoluyla benlik bütünlüğü arayışımı sürdürdüğümü, bunu yaparken acılarımı estetize ederek anlamlar üretmeyi seçtiğimi ve obsesif özellikli savunmalar kullanarak örgütlenen kişiliğime karşı direnç geliştiriyor olabileceğimi de söylemiyorum ona. Bir müddet daha hatta mümkünse ilelebet beni dinlemeye devam etmesini istiyorum sadece. 

“Gerçeklerden kaçmak zorunda kalmasak uyumazdık.” diyorum cevap olarak.

SUSMA PROVASI

Yumuyorum gözlerimi. Rüzgâr partisyon açıyor.

Dev bir gövdeye dönüşüyor lagün. Koristlerin sesleri birbirine karışıyor. Bir balık havaya sıçrıyor, yere değiyorbulutlar. 

Lagünün üstü cam.

Bir adım atıyorum. Çözülüyor kıyı. Kelimeler sarkıyor arkamdan.

AŞK

Kollarını hatırlıyorum. Pul pul dokunuyorum avuçlarına. Nefesim nefesine dolanık.Akıyorum içinde. Kalplerimizin çarptığı yer dehliz. Uzak bir su yılanı ihanet. Kimliğimizi eritiyoruz sevişirken. Ilık ılık geçiyoruz içimizden. Kuyruğumu suya vuruyorum var gücümle. İkiye ayrılıyor lagün. Yaşamak yankısı derinlerde. Üzerimden geçen ağların gölgesi. Aşk, birbirimizi hatırladığımız o eksik an; araya verilen bir dakika.

POŞET

“Bir gülü sevdim bir onu sevdim…” Boynundan göğsüne sarkıyor kulaklığı. “Demincek çektim sudan.” diye gösteriyor adam içini. “Bak, nasıl titreşiyor pulları!”

Eğilip baktı kadın. Yüzü gülüyor tazeliğinden.

Siz de eğilin ey kıyıdakiler!

Dipte her şey. Kaotik, kakofonik ama değil senfonik.


Önce Sonra

keyboard_arrow_up