menu Menu

‘Şeylerdeki Şeyler İşte’

Her şey geçip gider ve insan kalır. İnsana da yol kalır. Böyle bir kalmışlığın yolculuğunu sürerken insan, sözcüklerin yol arkadaşlığına sığınır.

Her şey geçip gider ve insan kalır. İnsana da yol kalır. Böyle bir kalmışlığın yolculuğunu sürerken insan, sözcüklerin yol arkadaşlığına sığınır.

“Zaten her şey geçip gider.” diyordu Jack London. Her şey geçip gider ve insan kalır. İnsana da yol kalır. Böyle bir kalmışlığın yolculuğunu sürerken insan, sözcüklerin yol arkadaşlığına sığınır. Kitapların dünyasına. İşte böylesine bir dünyada çıktığım her Ankara yolculuğunda, yanımda taşıdığım kitaplar arasında şüphesiz Sevgi Soysal kitapları vazgeçilmezim olurdu. Kendi ayaklarımla çıktığım yolu Soysal’ın cümleleriyle devam etmek bana büyük bir haz veriyor, ince bir mutluluk… Hele ki Ankara’daysam ve yağmurlu bir akşamın misafiriysem… Çünkü biliyorum ki bazı kitaplar okurunun ellerinden tutup yürüyor bozkırları. Yürüyor sessiz kalabalıkları, kavak ağaçlarını ve telaşları. Bazı kitaplar yanında taşıyor ağaçlarını ve yollarını. Böyle bir şey işte Ankara ve Soysal. Âlâ…  

Bir şehre en iyi nereden bakılabilir? Epey zamandır bunu düşünüyorum. Bir şehirle tanışmaya nereden başlanır? Saat serin bir Ankara sabahı. İçimizi sızlatan serinlik, yüzümüzü yârin eli gibi teğet geçerken -ki hayat biraz da teğet geçtiklerimizdir, teğet geçtikleridir.- dönüp; merhaba, diyorum! Merhaba Ankara, yine çok yalnızsın! Durup sokakların güzelliğine ve sessizliğine dalmışken aklıma birden Nahid Sırrı Örik geliyor. Bir de onun hissiyle adımlıyorum onun şehri Engürü’yü.  Engürü ki Örik için yürünmüş ve yorulmuş bir şehir. ‘Tersine Giden Yol’ romanında Ankara, kendi deyimiyle Engürü bir şehir dekorundan çok roman kahramanı olma özelliğiyle tüm okuruna kucak açıyor. Belki de bundandır Ankara ile tanış olmamızın çok öncelere dayanıyor hissini taşımam. Kitaplardan ve her gezdiğim sokakta bildiğim sesleri duymaktan. Sanki insan her şey gibi biraz da şehirlere benziyor, yalnızlıklarına veya kalabalıklarına; kim bilir belki de unutulmuş kavak ağaçlarına. 

Hava yavaştan aydınlanmaya başlıyor şehirde. İnsanlar geç kalmış bir sabah gibi telaşlarını sırtlayıp sokaklara dökülüyorken evler gecenin tüm ağırlığını soğuk bir kış sabahına teslim ededursun. Ben de çevirdiğim taksinin arka koltuğuna biniyorum. ‘Kızılay’a lütfen!’ Böylece sorduğum sorunun cevabını da istemeden vermiş oldum. Bir şehirle tanışmaya nereden başlanır? Bir şehirle tanışmaya unuttuğun yerden başlanır. Unutmaya çalıştığın yerden. Her Ankara’ya gelişimde, Kızılay’a doğru yönelmemin veya ayaklarımın Kızılay’a yürümesi bundan belki de. Güven Park’ta inip Karanfil’e doğru yürümeye başlıyorum. Çünkü biliyorum Ankara birazda ‘yürümelerin şehri’. Bundandır, baştan sona yürümek eylemi direnmenin; direnenlerin. Soysal, Tante Rosa romanında: ‘‘Hayat bir denizdir, yüzme bilmeyen boğulur.’’ Diyor. Ben de şöyle diyorum Ankara için: ‘Ankara bir denizdir, yürümeyi bilmeyen boğulur.’ Karanfil’in girişinde simit tezgahından bir Ankara simidi alıp yoluma devam ediyorum. Yoluma dediğime bakmayın, yürüyenlerin varacağı bir yer yoktur aslında. Hep geç kaldıkları vardır, hep geciktiği yolları. Geceden şehrin ayazını yiyen merdivenleri adımlayarak Dost Kitabevi’nin önüne doğru ilerliyorum. Bir an kulağıma kavuşmaların ve ayrılmaların sesi geliyor. Çünkü Dost tüm bu kargaşada, telaşta; kenara çekilip sarılmaların, beklemelerin belki de ayrılmaların adresi oldu. Bir kitabevinden çok bir kitap oldu. Dost’un sıcaklığı sizi içeriye davet eden nazik bir ev sahibi. Uzun bir süre kitaplara bakıp zaman geçiriyorum. Burada yapmam gereken şeylerden biri de buymuş gibi. Ayaküstü kitapları okuyor, kitaplara dokunuyor; eski dostlarla Dost’ta karşılaşıyorum. Kitapların arasında uzunca dolaştıktan sonra Yüksel’e doğru ilerliyorum. Mülkiyeler Birliği’nin hemen önünde duran İnsan Hakları Evrensel Beyannamesi’ni okuyan kadın heykeline denk geliyorum. Aklımda o müthiş kelimeler: ‘Adalet, heykel, özgürlük, insan ve hakları…’ Her neyse zaman sokaklarla yarışır şekilde ilerlerken ağaçların birbirine hatırı olduğu sokakları aşa aşa Adil İş Hanı’na doğru yürüyorum. İçeriye girer girmez aklıma siyah bir fotoğraf karesi gibi geçmiş zaman düşüyor; insan, diyorum bazı güzellikleri fotoğraflarla tanıyor. Bu biraz da buruk bir geç kalmışlık. Ahmed Arif, Ahmet Erhan, Cemal Süreya, Gülten Akın ve çoğu o güzel insanlar… Ankara ve şiir… Bu aslında kış ve kar gibi bir anlam bütünlüğü. Biraz derin, biraz da hisli. Geçenlerde sevgili Haydar Ergülen ile Ankara üzerine uzunca sohbetimizi hatırladım. Ve o güzel söylemi: ‘‘Beni ben yapan, şair yapan şehirlerden biri Ankara.’’ Ankara şairlerin bozkırı… 

Adil İş Hanı’na girip merdivenleri ikişer ikişer çıkarak Fikrim Sahaf’a doğru ilerliyorum. Yine bu şehre geldiğimde uğramam gereken duraklarımdan biri gibi Fikrim Sahaf. Kitaplardan, kasetlerden oluşan yolu takip ederek dar kitaplıkların arasına giriyorum. Ve dakikalarca kitapları kontrol ediyorum. Sahaflar aslında bir bakımdan anıların da mirasçıları. Elden ele uzatılan ve sadece kitaplarla denk gelinen anılar… Sahafa son gelişimde Murathan Mungan’ın ‘Yaz Geçer’ şiir kitabının ilk baskısını raflarda gezinirken bulmuştum. İlk sayfasında şöyle bir not vardı: ‘‘Kendime armağan,1997’’ diye. Anlayacağınız insanların yalnızlığı itinayla sürüyor dedim. İnsanların yalnızlığı gecikmiş bir kış gibi… Bu miras koruyuculuğunu da bir bakımdan sahafların üstlenmesi müthiş bir tarihi emek… Ne mutlu!  Tabi bir diğer uğrak yerim olan sahaftan da bahsetmeden geçemeyeceğim. Kavaklarla çevrili Bestekar’ın bir apartman dairesinin giriş katında sizleri sıcaklığıyla içeriye davet eden bir sahaftan… Pusula sahaftan bahsetmemek olmaz. Dakikalarca kitapları okuyup kurcalayabileceğim ve dışarıyla az da olsa iletişimim kesebileceğim nadir mekanlardan biri…

Vakit öğle vaktine doğru yaklaşırken Adil İş Hanı’ndan çıkıp Kızılay’a doğru oradan da kavak ağaçlarının rüzgarıyla Kavaklıdere, Abay Kunanbay Caddesine, Sevgi Soysal’ın evine doğru yürüyorum. Şu an bu ev, tatlı bir çift tarafından ‘Tante Rosa’ kafe olarak işletiliyor. Yokuşları çıkarak Sevgi Soysal’a varıyorum. Ve diyorum ki: ‘Bir öğle vakti Sevgi Soysal’a uğradım.’ Yürümek kitabını da yazdığı evinin avlusunda bulunan ağacın altına oturuyorum, bir kahve istiyorum. İstiyorum ki hatırı kalsın bu yürümenin hayata. Soysal’ın Tutkulu Perçem kitabına başladığı şu sözler gibi bazen hayat:‘‘Şeylerdeki şeyler işte!’’ Hayat bazı sabahlar tam da böyle, şeylerdeki şeyler işte! 

Ardından sessizce, devrilmiş ve sökülmüş kavak ağaçlarının oyuklarını izliyorum. Çünkü biliyorum ki bir kavağın devrilmesi bir şehrin devrilmesiyle eştir bazen. Biraz da böyledir Ankara; en yabancısına en yakındır, en yakınına da en uzak. Biraz yağmurlu, biraz da efkârlı ama en çok da sadık bir dost. Her neyse Sevgi Soysal’ın da dediği gibi: ‘‘Çok konuşmak hiçbir şeyi düzeltmeyecek.’’ Evet, çok konuşmak hiçbir şeyi düzeltmeyecek. Ben yine yürümeyi seçtim.

Selanik’ten Tunalı Hilmi’ye doğru yürümeyi çok severim. Eski- yeni mekanların iç içeliği bana huzur veriyor. Bu sene yirminci yılını kutlayan ‘Cafe Des Cafes’ e yöneliyorum. Sıcak iç dizaynı, huzur veren ortamı, ben de hep bir yazma isteği doğuran mekanlardan biri. Yirmi yılını Ankara’ya ve güzelliğine adayan bir ev gibi… Herkesin evi… Oturup Ankara’yı düşünüyorum, Kale’yi, Kuğulu’da kuğuları, Çinçin’i, Gölbaşı’nı, Çankaya’yı; bu şehrin şahit olduğu sarılmaları, ayrılıkları, hüzünleri, mutlulukları, evinde konuk ettiği şairleri ve yazarları… Uzun uzun camdan dışarıyı izliyorum, bir şehri yürümenin verdiği hazla. Fonda Zuhal Olcay, Ankara’da aşık olmak…

Bugün kar yağdı Ankara’ya ve benim aklımda o soru: 

‘‘Nereden başlamalı bir şehri unutmaya.’’

Bir Ankara kışından*


Önce Sonra

keyboard_arrow_up