Suç, yalnızca kanunların çizdiği sınırların ihlali demek değildir; o, insan doğasının, adalet duygusunun ve toplumsal yapının da bir sınavıdır. Her suç, bireyin iradesiyle toplumun mirası arasında kalmış bir düğümdür. O düğüm, kimi zaman açılmayı bekler, kimi zaman da çözülmeden sonraki kuşaklara devredilir.
Bir insan suç işlediğinde, yalnızca kendi ahlaki pusulasının yönünü değil, aynı zamanda içinde yaşadığı düzenin haritasını da gösterir. Yoksulluğun, eşitsizliğin, görmezden gelinen adaletsizliklerin uzun gölgesi, çoğu zaman suçun ilk adımını attırır. Biz, bu gölgeyi görmezden gelerek “bireysel suç” deriz; böylece kendi sorumluluğumuzdan(sorumsuzluğumuzdan) azade hissederiz.
Toplum, suçluyu damgalar ama kendi kusurlarını yargılamaktan çekinir. Oysaki her suç, kolektif vicdanın sessiz ortaklığıyla büyür. Çünkü adaletin olmadığı yerde ahlak, ahlakın olmadığı yerde ise kanun, sadece güçlünün elinde bir araç olur.
Belki de asıl soru şudur: Suçluyu mı yoksa onu doğuran koşulları mı ortadan kaldırmak isteriz? Eğer cevabımız yalnızca “suçluyu” ise, o zaman suç da, suçlu da hep var olacaktır; çünkü biz sadece gölgeyle uğraşır, ışığın yönünü hiç değiştirmeyiz. İşte tam da bu noktada, suç kavramı bize yalnızca bireyin iradesini değil, insanın insana bıraktığı mirası da sorgulatır.
Bir çocuğun açlıkla, sevgisizlikle, adaletsizlikle büyüdüğü bir toplumda “özgür iradeden” bahsetmek ne kadar mümkündür? Suç, bireyin değil, görmezden gelen gözlerin, sessiz kalan dillerin ve suskun çoğunluğun ortak üretimidir. O yüzden suçluyu cezalandırmak, yalnızca sonuçla uğraşmaktır; kök, toplumun derinliklerine işlemiş adaletsizliktedir.
Felsefi olarak bakıldığında suç, insanın ahlakla olan sınavıdır; sosyolojik olarak bakıldığında ise toplumun kendi içindeki eşitsizliklerin, ihmalin ve çarpıklığın dışavurumudur. Başka bir bakış açısıyla soralım: Biz suçtan arınmış bir toplum hayal ederken gerçekten insanın “kötülüğünü” mü ortadan kaldırmak isteriz, yoksa o kötülüğü besleyen açmazları mı?
Eğer yalnızca suçluyu bertaraf etmeye odaklanırsak, kötülüğün kaynağı hep yeni bedenlerde filizlenecektir. Ama eğer koşulları değiştirmeyi göze alırsak, suçun gölgesi ilk kez ışığa tutulacaktır. Ama burada bizi en çok zorlayan şey, insanın doğasıyla toplumun koşullarını birbirinden ayırma çabasıdır. İrade özgürlüğü dediğimiz şey, aslında hangi koşullar içinde filizlenir? Bir insan, açlığın, dışlanmışlığın ya da umutsuzluğun kuşattığı bir hayatta gerçekten özgür seçimler yapabilir mi?
Özgürlük, yalnızca imkânların eşit dağıldığı bir zeminde anlam kazanır. Aksi halde, suç dediğimiz şey, iradenin değil, zorunluluğun bir ürününe dönüşür.
Toplum, kendi kurallarını “adalet” adına koyduğunu söyler; fakat çoğu zaman bu kurallar, güçlünün çıkarını koruyan görünmez zincirlerdir. Kanunla adalet aynı şey değildir. Kanun, bir metindir; adalet ise vicdani bir dengedir. Eğer ikisi arasındaki mesafe büyürse, suçun da toplumsal düzenin de çehresi değişir.
İnsan, o noktada ya kanuna uymakla vicdana uymak arasında sıkışır ya da ikisini de terk eder. Bütün bunlar bizi şu soruya getirir: Suç dediğimiz şey, gerçekten “yanlış olan” mıdır, yoksa mevcut düzenin “yanlış” ilan ettiği şey midir? Belki de asıl trajedi budur: Bir bireyin, toplumun hangi çıkarını ihlal ettiğine göre suçlu ya da kahraman ilan edilmesi.
Ve işte bu noktada suç, yalnızca bireysel bir eylem değil, tarihin ve düzenin bize tuttuğu bir aynaya dönüşür.