menu Menu
Tartısız Halime
Kapının eşiğinden içeride yalnızca bir Halime kaldı. Yüzü aydınlıktı. Gözleri yeni doğmuş gibi parıldıyordu. Kapıyı kapadı, içeriden sürgüledi. Ahmet biriken teri eliyle sildi. Elinde biriken teri gömleğine bulaştırıp evine döndü. O gece sabaha kadar uyumadı.
Ozan Çakmakoğlu N°2 / Ömür, Öykü
Yaşam İzleri Önce Ağır Çekimde Bir El Hareketi Sonra

Köyde Halime diye bir kadın vardı. Orta boyluydu. Kemikli yüzündeki çakır gözlerinin kenarındaki çizgilerden yaşı kestirilemezdi. O çizgilerin sebebi de kahkahaları mı yoksa öfkesi mi, o da sezilemezdi. Ah, şen, neşeli kahkahası komşu tarlalara kadar yayılan dul Halime. Bir gün tandır başında oynak türküler söyleyerek ekmek pişirir, çocuklara şeker dağıtırdı. Ertesi günse bambaşka birine dönüşürdü.

Bu diğer Halime, nasıl desem, nefret edilen babaanne gibi biriydi. Gözlerindeki sığ ama bulanık karanlık, baktığı kişiye geçerdi sanki. Neşeliyken dolgun duran kırmızı dudakları ince bir çizgiye dönüşürdü. Komşuların selamını almadan geçer; huysuz, alıngan bir hale bürünürdü. İnsan bir şey demeye korkardı.

Komşu kadınlar ona nasıl yaklaşacaklarını bilemez olmuştu. Bir selam verirler, “Ne var? Ne istiyosun,” diye terslenir; ertesi gün aynı selamı verenin gülerek koluna girer, “Gel sana börek yaptım,” diye evine götürürdü. Bir zaman sonra adı çıktı, “Tartısız Halime” diye.

Bir gece, köyün orman tarafındaki son evlerden birinde oturan Ahmet dışarı çıkmıştı. Kışın büyük şehirde durur, yazın birkaç hafta gelirdi anasının babasının artık göçtüğü köyüne. Yazar, çizer, bir şeyler yapar sonra yine bir yıl yok olur. Ahmet, elinde sigarası, ağır nemli havada adımlarını ormana yönlendirdi. Ayın yarısı bir bulutun arkasına pusulanmış, gecenin sessizliği ağırlaşmıştı.

O sırada Halime’yi gördü. Kadın evin önünde, kapıya dönük, direk gibi ayakta duruyordu. Kıpırdamadan. Öylece. Omuzları dik, örtülü başı hafif eğikti.

“Kapıda mı kaldı bu kadın,” diye düşünüp tam seslenecekken evin yüz yıllık ahşap kapısı gıcırtıyla açıldı. Kapıyı açan yine Halime’ydi.

Köyde ikiz olsa bilinirdi ama kapıyı açan kadın Halime’nin ikizi gibiydi. Aynı yüz, aynı başörtüsü, aynı el örmesi hırka… Ahmet baktı. Tek fark bakışlarındaydı. Kapıyı açan Halime’nin gözleri öfke saçarken dışarıdaki Halime’nin gözleri yorgun bir sabır taşıyordu.

İçerideki, çatık kaşlar ve yorgun bir tavırla elini salladı. “Git” der gibi. Ahmet karanlığa sığınıp az daha yaklaştı. Konuştukları fısıltı gibiydi ama rüzgâr kesilmiş, ağaçların hışırtısı durulmuştu.

Dışarıdaki Halime yalvarır gibi konuştu, “Kaç hafta oldu dışarıdayım. Böyle yapmazdın. Yol ver gireyim. Artık benim sıram değil mi?”

İçerideki Halime, dişlerinin arasından yanıtladı, “Daha değil. Defol git!”

Ardından küfürler savurdu.

Dışarıdaki derin bir nefes aldı. “Bak” dedi, “bizden nefret edecekler.”

İçerideki yanıtladı, “Sanki çok da umurumda.”

Dışarıdaki başını yana eğdi. “Eh” dedi, “Belli ki sen güzellikle çıkmayacaksın.”

O anda eğilmiş kovadan boşalan su gibi dalgalarla akıp içeridekinin üzerine fırladı. Beyaz tombul bedeni sıvıya dönüşmüş, koyu gölgeli bir sel gibi ötekinin göğsüne çarpmıştı. İçeriden karanlık, dolgun renklerde, dumansı bir ışık fışkırdı. Işık ormana doğru uzanıp huysuz Halime’nin sesine benzeyen boğuk bir çığlık taşıyarak, ağaçların karanlığında kayboldu.

Kapının eşiğinden içeride yalnızca bir Halime kaldı. Yüzü aydınlıktı. Gözleri yeni doğmuş gibi parıldıyordu. Kapıyı kapadı, içeriden sürgüledi. 

Ahmet biriken teri eliyle sildi. Elinde biriken teri gömleğine bulaştırıp evine döndü. O gece sabaha kadar uyumadı.

Ertesi sabah, köy meydanında neşeyle dolaşan Halime’yi gördü. Kadın pazara gidecekmiş, komşulara sırayla takılıyor, kahkahalar atıyordu. Börek açtığı yetmezmiş gibi bir sürü poğaça yapmıştı. Sanki gece yaşananlar hiç olmamış gibiydi.

Bir hafta sonraydı. Ahmet, uyuyamıyordu o gece. Bir sigara yakıp, basık tavanlı köy evinden çıktı. Kendini orman kıyısının serinliğine verdi. Biraz yürüyünce Halime’nin evini gördü. Bu kez ev sessizdi. Pencereden loş bir ışık sızıyordu. 

Geçen hafta gördüklerini aklında tartmak üzere hatırlamaya çalışırken, ormandan bir uğultu geldi. Yapraklar rüzgârla değil, sanki içlerinden çıkan bir güçle dalgalanıp hışırdadı. 

Dinledi.

Uğultunun içinde tanıdık bir ses vardı. Huysuz Halime’nin tiz ve kızgın tonu. Yaklaştıkça sesi inceldi, bir kırlangıç çığlığına dönüştü.

Ahmet o anda anladı. Bu, bir defalık bir olay değildi. Tekrar eden bir döngüydü. Birkaç haftada bir, biri diğerini evden atıyor, dışarıya sürgün ediyordu. 

Ahmet, rahatlamak için geldiği köyden temelli geri döndü büyük şehre. Bazen aynada kendine bakmaya korkardı. Bazen de kapının usulca tıkladığını duyardı. Hiç açmaya yeltenmedi.

Biliyordu. İçinde bastırdığı ne varsa onu ormanlara göndermek ve birkaç haftalığına da olsa sevdiklerine, canının istediği gibi davranmaya cesareti yoktu.

Bunlar yokmuş gibi kalktı yıllık izninin bittiği gün. Kravatını boynuna taktı. İş yerinden çıkar çıkmaz kulağına takacağı küpenin cebindeki varlığını kontrol etti. Derin bir nefes alıp hislerini bastırarak e-postaların ve faturaların hâkim olduğu dünyaya doğru yola çıktı.


Önce Sonra

keyboard_arrow_up