menu Menu
Tatlı Dil Kıraathanesi
Âdem olmadığı zaman mumla aranırdı. Ağzı var dili yoktur ama buna rağmen yokluğu hüzünbaz bir yoksunluk hissi yaratırdı. Bu da onu ziyadesiyle u/mutlu ederdi. Zira yokluğundan dolayı üzülen birileri vardır. Kadın olmasa da…
Tuğba Martin N°2 / Ömür, Öykü
Olmamış Şeyler Akşamı Önce Henüz Öldüğünü Ezberlemeden Toprak Sonra

Mahallelinin acil durumlarda toplanma alanı kıraathaneydi (!) Aciliyeti gerektiren durumlarda işin ehemmiyetini algılayamayan erkeklerin bilhassa. Eve geciken kocaların hatunları, market dönüşleri onların mutlaka yol üstündeki kıraathaneye takıldıklarını bilirlerdi. Büyülenmiş gibi okeye takılan beyler, kıraathanenin ismi her ne kadar “Tatlı Dil” olsa da evde sivri dillerle karşılaşacaklarını o an için unuturlardı. 

Oysa kek yarım kalmıştı, bir malzeme eksikti, acil biri markete gitmeliydi ki o da emekliliğinden dem vurulan, süpürgelerde ayak altı ibaresi yiyen kocalarıydı. Evin küçüğü yoksa evin kocayanı kahvaltı sofralarına ekmeği yetiştirmeliydi. Zira emeklilik dinlenme değil, eşlerini dinlendirme evresiydi. Yani mümkün olduğunca. 

Onca sene el aleme çalışılmış, biraz da hanımlarına hizmet etsinler çok muydu; zira ev hanımları bir türlü emekliye ayrılamıyordu. Yemeğiydi, çamaşırıydı, bulaşığıydı, sıkıntıdan kendilerine bulaşan kocalarıydı. Devlet buna da el atmalıydı. 

Ne var ki okeye aranan dördüncü yalanı bakiydi, aranan kan da adamların ta kendileriydi. Zoraki de olsa pembeye sokulan yalanlar dizi dizi sıralanıyordu lakin kadın ahalisi yüz okuma ve yalanı anlamada tabiatlarına pek uygun mahiyette uzmandılar. Erkekler ise kendilerini ele vermede…

Peki okey dışında bu erkekler ne yapardı? 

İçlerinde pekâlâ elit geçinen bir güruh vardı, hepsini okuyamayacakları halde iki-üç gazeteyle dolaşır; kulaklarına veya ceplerine sıkıştırdıkları kalemleri itinayla çıkarır; “bak bak, Haydar dinle” diyerek sözüm ona bir gazete haberiyle dikkat çekmeye çalışırlardı. Okeycilerden rol çalmaya çalışırlardı. Genellikle Türk kahvesi içerlerdi. Sade ama köpüklü. Şeker dediğimiz şey zehirdi, çok bilmişlik(!) şekersiz içmeyi gerektirirdi.

İddialı(!) tipler de mevcuttu. Hayatlarının değişmesini şans oyunlarına bağlayanlar, kör umutla yaşamayı tercih ederlerken “bize mi çıkacak” diyerek isteklerini ve evreni baltaladıklarının farkında değillerdi. Höpürdeterek çay içme onların doğasında vardı. Heyecan dediğimiz şey, insana bazı hareketleri abartılı yaptırırdı. Dopamin fazla salgılandığından… “Bu yaştan sonra gelecek ikramiyenin içine sıçayım ben.” deseler de ısrarla zenginlik hayalleriyle yanıp tutuşuyorlardı. Fakir doğmak onların suçu değildi, ama zengin ölmek sorumluluk gerektirirdi(!)

İçlerinden bazıları ise cuma namazına gider, dönüşte okey masasına otururdu. “Ulan bir sevap işledin, günaha girme bari.” denilse de “bir şeyine oynamıyom ki, hem Allah’ın çayının günahı olmaz, caizdir” diyerek tövbe ederler, her defasında ise kazanırlardı. Beleş çay içmek, bazen zar zor kazanılan sevabı bile feda ettirirdi.

Yağmur yağmaya yüz tuttuğunda hepsi pergolanın altına civciv gibi sığınır, ısınmaya çalışırdı. İçerde tütün yasaklandı da Allah’tan, oksijeni arttırılmış atmosferlerin ehemmiyeti bilinmişti. Bazı kıraathaneler bundan mustaripti. Ali Amcanın astımı, Şeref dayının arada nükseden öksürüğü; kazanılacak hasılatın gölgesinde kalıyordu. Zira bazı kıraathaneler sigara sayesinde ayakta kalabiliyor ve insanları tutabiliyorlardı. Şimdi nerde, kış ayazında bir sigara içmeye kapının önüne çıkacak da okey masasına geri dönecek, zordu; içmeyenler içinse bu olur iş değildi.

Siyaset konuşulurdu konuşulmasına da lakin en büyük tartışmalar okey taşından çıkardı. Kazanamayacak gibi olanlar cıngar çıkarır, karşı tarafın taş çaldığını iddia ederlerdi. Başı boş dolanan sinirlerine söz geçiremeyenlerin ve öfkesine hâkim olamayanların ise yeri geldiğinde masayı bile devirmişlikleri vardı. Kıraathanenin sahibi Atil Amca onları uzaklaştırmıştı. Baş edemeyeceğini anlayınca Âdem’i işe almıştı.  

Öğleden önce saat sekiz buçukta açılırdı kıraathane. Erkenci ya da hanımları geç kalkan beyler açılmadan yerlerini kapar, buna çözüm bulunması için veryansın ederlerdi. 

-Az daha erken açsana ben adam! 

-Ya da ver anahtarı Âdem’e Âdem açsın. 

Âdem ise evi üç vasıta ötede adam…  

Bir de erken kalkıp gelsin mi? Sırf birilerinin keyfi için kendi keyfinin köküne kibrit suyu mu döksün? Zaten hava aydınlanmadan çıkardı yola, bir de o saatte vasıta nerede bulsundu? Evine erken gitmek isteyen dolmuşçular sabahın köründe, karga bokunu yemeden evlerinden çıkan insanları görmezden gelirdi resmen; tabiri caizse onlardan kaçarlardı. Yatak tatlıydı bazen; insanlar öncelikli ihtiyaçları için ayıp, yasak tanımazdı.

Neyse ki patronu Allah korkuluydu da halinden anlardı Adem’in. Yarı Ege, yarı Trakya şivesiyle nereli olduğunu çıkaramadığınız Tanrıverdi usta, başka deyişle Atil Amca; avazı çıktığınca veryansını basardı: 

-Hayde bre! Bir de sizin keyfinizle mi areket etçek? İlaçlı gazoz içirin karılarınıza, biraz daha uyusunlar. 

-Hahahahahaaaa!

-Bu yaştan sonra mı be ya?

-Oğlum, içiniz fisat sizin. Lafı nirenizden anlarsınız? Ayıp beaaa, aaayıp!

 “E”ler bazen “i”ye kayardı Atil Amcanın lisanında. “i” hiçbir zaman “e””olmazdı.  Bir tek Âdem de iki harfi birden kullanırdı, o da uzatırken:

-Adeim, nirdesin ya? .adi, çayı koy be oğlum.

Koyardı Âdem çayı. Tavşan kanı çay yapmanın da bir adabı vardı. Usulünce gitmeliydi her şey, zira adam usullerin adamıydı. Önce soğuk suyla çayı nazikçe ıslatır, sonrasında kendi köyünden getirdiği suyu boca eder, onun ruhuna inanırdı. Demlik porselen olmalıdır, sıcağı içine hapsetmeli, tiryakileri mutlu etmeli ki “eline sağlık” desinler. “Âdem, çayın kralı” diye bellesinler. Onaylanma ve beğenilme ihtiyacı herkeste olduğu kadar onda da vardı.

Doğa bunu gerektiriyorsa ne yapsındı? 

Mesela Halil amca. Çaydan ziyadesiyle anlardı. Adem’in gurmesi oydu. “Oldu” derse içerler, “beş dakka” daha derse o beş dakika illaki beklenirdi. O beş dakikada ise yirmi çay vallahi içilirdi. Bunun derdiyle yanan Atil Amca hoşnut olmazdı:

-Çayı vakitli koysana be oğlum.

Vakitliydi vakitli olmasına da eli ağırdı Adem’in. Kaygısı büyüktü; hayata karşı, kendine karşı, geleceğe rağmen ki çayı demlerken bile eli titrerdi. Dökülen yeri belki on kez silerdi. Titizdi. 

İşe gelirken bile onun çaycı olduğuna inanamazdınız. O derece özenli ve düzenliydi. Çay bardakları ışıl ışıl, tek bir su lekesi kalmamacasına onları iyice kurulardı. Obsesifliği işine böyle yansıyordu. Vakit kaybederdi ama dükkân pırıl pırıldı.

Işıl ışıl bardak gördüklerinde “kesin bunu sen yıkadın di mi” derler, Atil Amcanın suya sokup çıkardığı bardaklar geri gönderilir, haliyle çamaşır suyuna bastırılırdı. 

Âdem olmadığı zaman mumla aranırdı. Ağzı var dili yoktur ama buna rağmen yokluğu hüzünbaz bir yoksunluk hissi yaratırdı. Bu da onu ziyadesiyle u/mutlu ederdi. Zira yokluğundan dolayı üzülen birileri vardır. Kadın olmasa da… 

Anasını yedisindeyken kaybetmişti, bir sevdiği de olmamıştı. Zira kadınlar sevilince yitirilirdi. Nitekim babası annesine aşıktı. Aşırı sevgiden olsa gerek annesi öte dünyaya göçmüştü. Zihni b/öyle bellemişti. Bir kuşu sıkarak sevmek gibi bir şeydi bu. Ölmesindi, hiçbir kadın ölmesindi. Anneler yaşasındı, çok yaşasındı. Oğullarını el aleme muhtaç etmesindi. 

Amcasının yanında büyümüştü. Yengesinin kendi oğlu düştüğünde dizini öptüğünü görmüştü. Bir gün düştüğünde sarılanı, öpeni, kucaklayanı yoktu. Ağlıyordu. Yengesi “sen de çok mızmızsın, geçer” demiş, oğlunu da alıp hemen oracıktan uzaklaşmıştı.  O zaman annesini yitirdiğini anladı. Acısıyla baş başa kaldığında, yani bırakıldığında.

Akraba da olsa el kapısında büyümek zordu, sofradaki tabağı bile göze batar olmuştu artık, bu yüzden olsa gerek Âdem zayıftı, istese de kilo alamazdı. Üflesen adeta uçar, belini kemerle neredeyse iki kat sarardı. Bu inceliği ruhunda da mevcuttu. Lakin konuşmadığı için bir insanın hareketlerle de nasıl zarif olabileceğini Âdem pekâlâ gösterirdi. 

Babasını da kaybettikten sonra doğuda tutunamayacağını anlayınca bir arkadaşının sürüklemesiyle kendini batıda bulmuştu. Bir süre inşaatlarda çalışmış, parasını kaptırınca bırakmıştı. Garsonluk yapmış, elinin yavaşlığı ve titizliği başına bela olmuştu. 

Sonrasında işe girdiği fasıl mekânında bir bayana sarkan müşteriyi dövmüş, oradan da öyle atılmıştı. 

Ayakkabı boyamış, balık ekmek satmış ama hayatla baş edememişti. Bir otobüs yolculuğunda Atil amcayla karşılaşmış, yanında bu zamana değin çalışanlardan dem vuran Atil Amcanın yol boyunca gözüne girmiş, başlarda karın tokluğu ve yatacak yere, ardından kendini geçindirecek kadar ücrete anlaşmışlardı. Kötü alışkanlığı da yoktu. Cebinden beş kuruş fazla çıkmıyordu zaten.  Sorun yoktu, memnundu.

Bir gün diğer köşeye açılan kuaförle hayatının değişeceğini nereden bilebilirdi. İlk kez bir kadın kıraathaneye gelmiş, teşekkür ettiği halde yüzüne bakamamış, tek kelam edememişti. Üstelik elleri iki kat titremişti. Kendine kızmıştı, bu yapılır mıydı?

Velhasıl kuaförün dikkatinden kaçmamıştı şahsına münhasır Âdem. Bu durum Âdem’i sıkıntıya soksa da alışmaya çalışıyordu. Bir kadın ne isterse yapılmalıydı, yeter ki ölmesinlerdi.

Asosyalliğini aşması için bu bir fırsattı, lakin o hazır mıydı; bilmiyordu. Sadece korkuyordu. Bunu vücudu da tetikliyor, her çay götürüşünde elleri titriyordu. 

Doğunun bağrından kopup gelen Âdem. Cennetinden kovulan ve koparılan Âdem, kendinden başka insan görmeye dayanamıyordu bazen.

Kuaför ara ara çay isteyeceğini defalarca vurgulamıştı üstelik. Pekâlâ çay makinesi alabilirlerdi. Ama Âdem gibi demleyebilir miydi? Annesinden “aferin” alacak oğlan çocuğu gibi sevinmişti içten içe, belli etmemişti. 

Kuaför dükkanına birkaç kere götürmüşlüğü vardı, lakin kadınların fısıltıları ve gülüşleri arasında rahatsızlık hissetmiş, sırtından ter boşalmıştı. Gömleği sırılsıklam olmuştu. Heyecanına yenilerek önlerinde iki bardak kırmıştı.  Biri ağda yapıldığını gördüğünde diğeri de az çok gözüne kestirdiği ve yüreğinin iliştiği kadına bakmaya çalışırken…

İsmi Havva’ydı. Ona seslenirlerken duymuştu. Adem’in Havvası, keşke Havva’nın da Adem’i olsaydı. İsterdi, sevda ateşi düşen gönlü yanıp tutuşuyor, susturamıyordu. 

Ama ya ölürse? 

Sevmemeliydi, yüreğine hapsetmeliydi, kadınlar ölmemeliydi…


Önce Sonra

keyboard_arrow_up