Güzel bir kitaba ayraç koyup iç sesime çekiliyorum. Zamanında doğru ifadeyi bulamadığım hüzünlerime nasıl güzel tamlamalar getirmiş, anlatamam. Tam o zamanda okumuş olsaydım mesela, daha çok işime yaramaz mıydı şu yaramazlar? Belki… Peki acının en keskin olduğu o anlarda okur olarak bunu düşünebilir miydim? Hayır. İfadenin kıyafeti üzerime oturdu, çünkü bu kumaşı giyecek gücü şimdi buldum. Evet. Taptaze sancılardan dinlenmiş acılara…
Bir edebi yazı, pek yeni ve için için kanamakta olan yaraya dokunup onu pansuman edebilir mi? Sanmıyorum. İnsan yeni açılmış yarasının sızısına dövünürken inim inim inlemekten başka ne yapabilir ki? Ne zaman ki acı çekilir düzeye gelir, hafifler; yaşam normalize olmaya, kişi dış dünyaya dönmeye başlar. Misal yemeğe, kahveye, konu komşuya, sohbete; misal edebiyata ve hatta acının yasına… Ve dönüşüm başlar. Yaşadıkları şimdiki aklının süzgecinden usulca geçiverir. Varsayalım eline bir kitap aldı ve denk geldi kabuklu yarasına: “İşte!” der. “Bu! Acının tarifi, duygunun dökümü bu!” Ama yaşarken değil, sonra, sindirdikten ve acıdan başka yöne bakabildikten sonra… Hayat kaldığı yerden değil, bir sonraki bilinç sıçramasından devam eder. Yani ne diyorum: Tazecik acıyla edebiyat olmaz, okunamaz. Acı nispeten kabuk bağlayınca hasbelkader ele geçmiş bir anlatıda kendini bulur okur.
Yazmak öyle mi? Ondan emin değilim. Acının sızısıyla yazabilir insan. Hele bu acı sadist bir haz veriyorsa taptaze kelimeler bile türetir. Kelimenin sertliğine dayandığı ve sızısına kafa tuttuğu ölçüde tabii. Yazdıkça hafifleyen için çivi çiviyi söker tabiri pek yerinde olur. Kendini kendine, üstelik kendi diliyle anlatan biri için döküntüler bir çeşit arınmaya dönüşür.
Ben yazmanın iyileştirdiği kişilerdenim. İlk değilim, tek değilim; uçurumundan döndüğüm boşluklara sesimi gönderdim. Ben kaldım ama. Yazdım, önce tonlarca ağırlaştım; kaldırma kuvvetini bulduğum an yükümün büyük kısmını yazılara bırakıp çıktım. Diyeceğim o ki yazmanın sağaltıcı gücü görmezden gelinmemeli.
Yazmak sağaltıcıdır, diyorum ama tam tersinin yaşanması da muhtemel ve son derece tehlikeli. Ki örneğini birçok yazarda gördük. Yazmanın kişinin ruhunu ne yana sürüklediği anlatıdan dökülür aslında. Büyütece, kelime çözümlemeye gerek yok. Beklentisiz ve boşluğu kovalar cümle kuyrukları uzaktan gelen siren sesine benzer. Bu durumda görmeyi ve belki durdurmayı da bilmek gerekir. Bunun başarılamadığı, intihar eden yazarlar listesi ile ispatlı maalesef.
Yazı, acı ve sancının derinine kürek vuruyorsa yazar burada yaşamaz da ölmeye durur. Bunu Nilgün Marmara’da görürüz: O, Sylvia Plath ile kurduğu ruh kordonunu kesmek istememiştir. Yaprak yaprak solduğu seçtiği kelimelerden dışa vurur. Dünya hâlinden uzaklaşma ve yoklaşma arzusunu apaçık belirtmiş ancak ne yazdığı ölümünden önce irdelenmemiş. Eşinin bir açıklamasından bunu çok net anlıyoruz: “Şiir yazdığını bile bilmezdim. Bir kenarda pıtır pıtır bir şeyler karalardı.” Oysa merak edip yazdıklarını okusaydı belki şu cümleye denk gelebilirdi: “Yabancıların en yakınıydın sen!”
Güzel dağıldık. Toparlamak gerekirse tazecik acıyla edebiyat okunamaz belki ama yazılabilir. Tehlikeli bir oyuna davettir dipsiz sözcükler ve kara kuyuları. Yazanı da yazdıranı da hafife almamalı, hele yazılanı hiç! Herkes ruhunu bir askıda tutar, görülmek ister çünkü. Bazısı gözüne oturan gölgede, bazısı uzun sessizliklerde, belki yorgun adımlarda, uzak bakışlarda, bir köşesinde evin, mutfağında soğandan bahanenin, gecesinde uykusuz saatlerin, umarsızlığında zamanın, belki bir cümlelik yazısında birinin…