© 2025 Kulta.
Türker Ayyıldız N°2 / Ömür, Öykü
Aydın İleri için.
Mahir, Paris’in ünlü bir semtinde, tanınmış bir göz doktoruyla görüşecek. Dünya dışarıda kaldı, o içeride. Bakışları tüm mümkünlerin kıyısına vurmuş, suskun. İçinde kapkara, hiçbir şeye benzemeyen bulutlar. Oysa muayenehanenin duvarları, kapıları bembeyaz. Yer döşemeleri, mobilyalar, perdeler, tavan lambaları, çerçeveler. Zaman kar olmuş, yağmış her yere. Sadece koltuğuna bir heykel gibi kurulmuş hemşireye dokunmamış. Oysa o, her şeyin aksine tepeden tırnağa siyah giyinmiş. Halbuki hemşireler beyaz olurdu eskiden, başlarında kep, parmaklarında sus olurdu!
Kadın çekmecelerde bir şey arıyor. İzlendiğinden elbette habersiz. Okuma gözlüğünün üzerinden bakarak, tak tuk sesler çıkarıyor. Çekmeceleri sırayla açıp itinayla kapatıyor. Yüz ifadesi sakin, aradığı şeyi bulacağından emin. Sonra mürekkebi akmış bir kalemi çöpe atarken yüzü buruşuyor. Avucuna bolca kolonya dökerek kurtulmaya çalışıyor lekeden. Aksi gibi tam o sırada telefon sesi, kısık kısık. Ahizeyi kaldırıp kulağına götürmesiyle mavi gözlerini Mahir’e dikmesi bir oluyor.
Mahir bu bakışın anlamını biliyor. Şimdiye dek çok sıra bekledi, sakin ve sabırlı. Yerinden doğrulurken koltuktan destek alıyor. Yine çok şık giyinmiş, dalgalı saçları arkaya taranmış. Şakaklarına birkaç yıldır kır düşmüş olsa da geniş omuzları, sağlam adımlarıyla kendinden emin. Hemşirenin hizasına gelince gülümsüyor, belli belirsiz bir sözcük düşüyor dudaklarından, “Teşekkür ederim.”
Yürüyorlar. Kadın hemen ardında, siyah bir gölge misali. Biraz topuklu sesi, biraz parfüm kokusu. Mahir hiç hoşlanmaz parfüm kokusundan. Gıcık tutar, aksırığa boğar onu. Onlarca kez, belki daha fazla. Ama şikâyet etmenin sırası değil şimdi.
Eşikteler, Mahir duraksayınca, hemşire erken davranıp kapı koluna uzanıyor. Kadının omzu, Mahir’in böğrüne dokunuyor bu esnada. Kazağın geniş yakası, çil çil geçmişin güneş lekeleri. Cesur çatal, buruşmuş ten. Zaman değdiği her yere bir hatıra bırakır, ona da bırakmış. Kadında gülümsemeye yakın bir bakış.
Doktor yerinden doğruluyor. Gözleri canlı, sesi dingin. Usulden tokalaşıyorlar, karşılaşmanın gereği. Havadan sudan konuşmalar. Duvarda sıra sıra sertifikalar, başarı belgeleri. Bunca hikâye, kim bilir ne çok emek? İnsan, sağlık, elbette zaman da kıymetli. Doktor beklemeden söze giriyor. “Mösyö Demirkan şikâyetimiz nedir?”
Masada maketten bir bisiklet var. Kaidesinin üzerinde neredeyse canlı gibi. Simsiyah kadro, ışıl ışıl gidon. Fren kolları, jantlar. Pedalları çevirse zincir sesini duyacak. Selesinde deriden bir heybe. Gözlerini kısıyor Mahir, dudağını büküyor, “Doktor farı var ama dinamosu yok bunun.”
Karşısındaki gülümsüyor. Muayenenin açılışında sevdiği biri hediye etmiş olmalı. Hastasıyla bakışıyorlar. Öteki sanki onay almış gibi doğrulup uzanıyor. Utanmasa çocuklar gibi oynayacak onunla. Eski zamanlardan kalma bir anıyla çarpışmış da burada bulunma sebebini unutmuş. Birkaç saniye sonra incitmekten korkar gibi maketi yerine bırakıyor.
“Tekrar merhaba doktor. Şu ara akşamları… Sadece akşamlar da değil aslında ışıksız ortamlarda zorlanmaya başladım. Netlik problemi sanki. Nasıl anlatsam… Ama hep değil, gidip geliyor. Çalışırken, bilgisayara bakarken, bazen de otomobil kullanırken.”
Karşısındaki dikkatli, gözü dimdik hastada. Aslında daha çok anlatmasını beklerken araya girmiş bulunuyor. “Ne zamandır? Belirgin bir zamandan söz edebilir misiniz?”
Mahir’in bakışları yine o bisiklette. Ama bu kez daha çabuk toparladı. Yine de yüzünde çocukça bir gülüş.
“Belirgin bir zaman…Kesin bir şey söyleyemem. Bir ara derecem değişti diye düşündüm. Kendi doktoruma göründüm. Her yıl mutlaka muayene olurum, evet değişmiş, lensleri yeniledi. Bir süre daha idare ettim. Sonra fark ettim ki, faydasız, bulanıklaşıyor her şey. Sık sık gözlerimi ovalarken buluyorum kendimi.”
Doktor yerinden doğrulup iç odaya davet ediyor. Sesi dingin, her şeyi hallederiz, sen hiç tasalanma der gibi. Duvarda kendi oyuncakları. Tablolarda irili ufaklı harfler. Kimi büyük, kimi küçük. Bazısı ters, bazısı yarım. Hasta bu tabloyu onlarca kez görmüş çocukluğundan beri. Sağ gözünü kapa, sonra ötekini. Şu delikten bak, sırayla oku. Yoruldukça karıncalanan harfler, işaretler.
Doktor harfleri gösterdiği çubuğu bir kenara bırakıp onun yanına geliyor. Sırayla ışık tutuyor gözbebeklerine. Mahir’in içindeki bulutlar sıra sıra, hiçbir şekle girmeyen bulutlar. Oysa çocukluğunda, yaz tatillerinde, annesi Mukaddes’in onu taşraya büyükanneye gönderdiği yazlar, saatlerce çimlere uzanıp bulutlara bakardı. Şimdi onlardan eser yok.
Cihazlar, ölçüm aletleri. Bir tarafında hasta, bir tarafında doktor. Alnını şuraya, çeneni buraya daya. Nefesini tut. Birazdan gözlerine bir şey püskürecek, sen yeşil ışıktan ayırma. Cihazdan pıst diye bir ses. Mahir irkiliyor, gerisin geri atıyor kendini.
Her aşamada doktorun yüzü bir miktar asılıyor. Biraz Fransızca biraz Latince kelimeler, nefes tutmalar. Haberlerin sonu bir türlü gelmek bilmiyor. Kendi kendine konuşur gibi, “Ailenizde görme engelli biri var mıydı?”
Mahir o kısa anda annesini ve aslında hiç hatırlamadığı babasını düşünüyor. Birini hiç görmemiş, biri de yıllarca onu neredeyse görmek istememiş. Baba Noter Kemal Bey görevi başında vurularak öldürülmüş.
Sonra o yaz tatili geliyor aklına. Aslında şimdi değil, az önce bisiklet maketine bakıp bu cihazların yanına gelince başladı kaygı. Nefes alamadı, alnı boncuk boncuk ter. Testler sürdükçe daraldı, kibarlığından bir şey de diyemedi. Ama şimdi hafızasında uzak anılar, unutuldu da geçti gitti sanılanlar. Bir türlü geçmeyenler, zamanlı, zamansız ansızın hortlayanlar. Son kez gönderildiği yahut o seneden sonra bir daha hiç gitmediği taşra.
Okullar kapanınca yine annesi onu başından savmış, otobüse bile bırakmamış da terminale şoförüyle yollamış. Uzayan bir telefon konuşması yaparken, ahizeyi eliyle kapayıp, “Yaramazlık yapma orada, kimseyi üzme,” demiş. Kim var ki orada? Yaşlı büyükanne, bahçeli, iki katlı eski ev. Bolca yalnızlık, sıkıntı. Issız çölün ortasında, bambaşka konuşan, bambaşka giyinen insanlar. Saatin tik tak sesi, hiç susmayan radyo. Sadece pazar kurulan cumartesi gününde etrafı dolduran at arabaları. Kalanı bastonlu ihtiyarlar, okunan salalar, el üstünde koştura koştura mezarlığa götürülen tabutlar. Sapsarı bir dinginliğin içinde her yeri terk etmiş hayat.
Tüm yaz bir köşede somurtmasın diye, bir de bisiklet alınmış şükür. Karne hediyesi mi? Baştan savmanın minik rüşveti mi? Tıpkı doktorun maketi gibi. Üç vitesli, tekerleri ince, siyah renkli, ışıl ışıl. Göbek frenine asılınca kasabanın tozunu kaldırıyor havaya. El freni yok mu? O da var.
Bisiklet sayesinde mahalleden biriyle tanışmış. Muhacir çocuğu, yamuk kafalı bir oğlan. Aşağı yukarı aynı yaştalar ama o daha iri. Geçen yaz sanayide çırakken sigaraya başlamış. Tek tük diyor ama şu ara hep üstü başı kokuyor. Akşamüstleri beraber turlamaya başladılar. Onun kırmızı Bisan’ı var, amcasından kalmış. Direksiyonu püsküllü, dört aynasıyla koca bir geyiğe benziyor. Arka çamurluğuna Liselim yazmışlar yıllar önce. Her şey solmuş ama Liselim yazısı duruyor çamurlukta.
Aynı gün, aynı sokaktan birden fazla geçmeyi ayıp sayıyor öteki. Adı Erdal. “Oğlum, el alemin kızına dolanıyoruz sanırlar. Laf, söz çabuk yayılır buralarda. Bir ton dayak yediğimizle kalırız.”
Zaman zuhur ediyor. Dostlukları artıyor, durduk yere yanakları allaşmıyor artık Erdal’ın. Tenhada çıkardığı sigarayı sağa sola üflüyor.
Bir sokak var. Ne zaman oradan geçilse kapının önünde bir gölge. Fıstık yeşili bir kapı, kapının dibinde beliren bir karaltı. Bisikletlerin şangırtısını duyunca oraya çıkıyor besbelli. Erdal da tuhaflaşıyor o ara. Dilinde sabahtan akşama bir ıslık, durmadan bisiklet süslüyor. İki tane dinamo bulmuş bir yerlerden, gözünü kapamış, haftalığı yapıştırmış acımadan. Bisikletin farıyla, stopu yanarsa diye. “İstop lambası,” diyor çocukça. Her şey karardığında, sadece o görünecek bozkırda.
Bir gün kendinden büyük birinin ceketini çekmiş üstüne, ıslatıp yapıştırmış saçları. Dedesinin bayram için aldığı tütün kolonyasını boca etmiş. İç gömleğinin tüm düğmeleri ilikli, yaz günü alnı, boynu ter içinde. Yüzünde sarı sarı tüyler, garipçe sırıtarak elindeki kibrit kutusunu gösteriyor Mahir’e. “Haydi aslanım düş peşime, manitanın sokağına gidiyoruz.”
Basıyorlar pedallara, pantolon paçaları yağ pas içinde. Bir, iki, üç tur derken kapı önünde beliriyor onunki. Bu sefer Mahir de görmüş. Beyaz pazen elbise içinde dal gibi bir kız, kıvır kıvır saçlar, baş önünde gözler.
Erdal neşesinden şarkıya başlıyor. Toprak oluyor, taş oluyor, isterse kardeş oluyor bir yeşil kapıya. Ön far da arka stop da titrek titrek yanıyor. Toprak yolda teker izleri, yatsıdan hemen önce. Ezan ha okundu okunacak. Mahir bu anı bozmamak için epeyce ardından sürüyor. Ne de olsa buralarda yabancı bir çocuk o. Bugün var, yarın yok.
Kibrit kutusunun içinde bir mektup var. Kim bilir kaç gecedir ince ince yazılmış. İçinde Ferdi, Orhan, Müslüm baba. Harita metot defterinden koparılan nice sayfanın en sonuncusu. Yarı yolda bırakan tükenmezler, elbette mum ışığı. İç odadaki dedenin astım krizleri, hırıltılar. Bir aşk mektubu değil de bozkırın makus tarihi.
Hani bir sokaktan birden fazla geçilmeyecekti? Geçilir, bir de geçilir, on da. “Hem korkma aslanım, babası öğretmen, abisi falan da yok.”
Mahir yerdeki kibrit kutusunu az kalsın ezecekti. Son anda gördü, kırıverdi gidonu. Öteki şimdi alabildiğine basıyor pedallara. Kim bilir hangi dallarda salıncaklar kurulmuş. Çayırlarda ağzı köpüklü atlar, koyunların çan sesleri, uzaktan boğuk boğuk havlayan itler.
Bir karanlık köşede, yaşlı dut ağacının altında buluşuyorlar. Yan mahallede kına gecesi, “Hadi gidelim aslanım,” diyor yeni yetme aşık.
Mahir her yere gidemez, büyükanneyi bekletip üzemez. Mukaddes’in kesin talimatı.
Mahir o geceden sonra Erdal’ı bir daha göremiyor. Ne tozlu yollarda ne de dut ağacının altında. Fıstık yeşili kapının önünden onlarca sürdü ama başka bir teker izine rastlamadı. Evlerine gitti, briket duvara bisikletini dayayıp avluya seslendi. Bahçe kapısı sürgülemiş, perdeler boydan boya çekilmiş. Bir taşın üzerine çıkıp bahçeye baktı. Bisikletbahçenin bir köşesine atılmış, lastiklerin havası indirilmiş.
Doktor usulca omzuna dokunuyor. “Dalıp gittiniz Mösyö.”
Mahir yıllar sonra zihninde oluşan bu anıdan sus pus. Sesinin titremesinden korkuyor belki de. Derin bir nefes alıp metanetle doktora dikiyor gözlerini. “Yok… Hatırladığım kadarıyla kimse…”
Hatırladığı her şeyi tek tek toplayıp bir bohçaya sarsa, sıkı sıkıya bağlasa uçlarını, bir daha hiç açılmasa. Hem hatıra dediğin zihnin geviş getirmesi. Tatsızlık, havasızlık.
Doktor birkaç adım gerileyip eliyle çenesini kaşıyor. Parmağındaki alyansa ışık vuruyor. Elleri bir çocuğunkiler kadar narin. “İlginç, genelde bu vakalarda genetik miras öne çıkar.”
Mahir onun bomboş bakışlarına bakarak dudak büküyor. Annesinin gözlük dahi kullanmadığını, kimselerin görmediği ayrıntıları şıp diye fark ettiğini, olmuşları, olacakları çok önceden tahayyül ettiğini biliyor. Bunları anlatmanın bir faydası yok elbet. Herkesin geçmişi kendine.
Genelde… Bu vakalarda…Mahir’in zihni bu iki kelimenin devamını bekliyor. Bilim insanı değil sır küpü. İlim, Hipokrat hepsi hikâye. Neyi, kimden saklar ki insan? Nihayet doktor lütfedermiş gibi konuşuyor.
“Retina fonksiyonlarında yolunda gitmeyen bir şeyler var. İşin tuhafı sizin şikayetlerinizin çok önceden başlamış olması gerek. Oysa siz yakın bir zamandan söz ediyorsunuz.”
Sonra doktorun masasına geçiyorlar. Bisiklet yine orada. Ziline dokun Mahir, çın çın çınlasın beyazlık. Doktor kaşlarını çatıyor, “Peki son zamanlarda belirgin bir üzüntü, depresyon, kaygı bozukluğu gibi şeyler oldu mu?”
Mahir çocukluğundan beri zamanın sonsuzluğuna inanıyor. Babalar ölür, büyükanneler yas tutar. Çocuklar büyür sonra onlar da ölürler. Yaşlılar baston kullanır. Bir ölüyü gömmenin en dramatik anı ilkindi sonrasıdır, acele edilmez. İnsan mutlu olmak istiyorsa tüm bunlardan kaçmalıdır. Yine de içinde çöreklenen hislerle doktora yalan söylüyor. Annesinin vefatı dışında her şey düzmece,
“Annemi kaybettim, birkaç ay oldu. Zaten kendisi Türkiye’de yaşardı. Haberini aldığımda cenazesine gidemeyecek kadar yoğundum.”
Doktor buz perdesinin ardından bakıyor. Zihnindekileri unutmamak için bir şeyler karalıyor kâğıda. Arada bir ekrana bakıp sonra hastayla göz göze geliyor. Sonra koltuğuna bırakıyor bedenini. “Mösyö Demirkan kesin bir teşhis için erken. Ama bazı şeyleri göz ardı edemeyiz. Belli ki meşakkatli günler bizi bekliyor.”
Kapı tıklıyor o sıra. Sekreter fincanlarla çay getiriyor. Yanında minik kurabiyeler. Fincanı hastanın önüne koymak için eğiliyor. Kadının göğüsleri bir görünüp bir kayboluyor o esnada. Çok ayıp Mahir, gözlerini kaçır çabuk kadının memelerinden.
Doktor önündeki ajandaya bir şeyler yazıyor. Mahir Demirkan, 44 yaşında, erkek. Bilinen bir rahatsızlığı yok. 1.83 boy, 80 kg. Kaleminin ucunu ajandanın köşesindeki metale hafifçe vuruyor. Sonra duruyor, dudağını ısırıyor. Kalemin ucunu usulca dişlerinin arasına götürüyor, endişeli.
Mahir, doktorun el yazısını inceliyor uzaktan. Harfler aceleyle birbirine dolanmış, bazıları neredeyse okunmaz halde. Kimi kelimelerin üstü çizilmiş, beğenmemiş kendi kendini, belki sonra eklemeler yapacak. Yazısı mı kötü, yoksa o mu bu denli kötü görüyor?
Beyazlar, siyahlar, test sonuçları, birbiri ardına gelen sorular. Doktorun yüzü durgun. Sessizlik ağır, sanki kötü haberi vermeye eli gitmiyor. Her defasında böyle mi? Hasta hakları, insanlık. Odada ağır bir koku var. Bir tütsü yahut ona benzeyen bir şey. Yakılmış, söndürülmüş sonra.
Mahir, doktorun masasındaki o bisiklete bakamıyor artık. Ta çocukluğunda bastığı pedallar ağır gelmiş besbelli. Bir hatıraya çarpıp yol kenarına savrulmuş. Henüz kestiremediği sızılar her yanında. Çayırlar sararmış, her yer tenha. Nicedir aklına bile gelmeyen sorular, görmezden geldiği karaltılar. Belediyenin hoparlöründen bir kayıp ilanı veriliyor.
Doktor nihayet gözlüğünü çıkardı. Burnunda kırmızı bir iz.
“Bakın Mösyö Demirkan, eminim siz de farkındasınızdır, yaşadığınız görme kaybı basit bir şey değil. Zaten öyle olsa meslektaşım sizi bana yönlendirmezdi. Yaptığımız testler ve sonuçlar erken evrede olduğunu gösteriyor. Yine de moralimizi bozacak kelimelerden kaçınmak zorundayım. Henüz başındayız, kontrol altına almaya çalışacağız. Ama şimdiden kötü senaryolara da hazırlıklı olmalısınız.”
Mahir, bir süre sustuktan sonra, sesini kontrol etmeye çalışarak soruyor. “Yani filmin sonunda her şeyin kararması da var.”
Doktor neredeyse sözünü kesiyor.
“Hayatta her şey mümkün Mösyö. İnsan doğduğunda bu mümkünlerle var oluyor. Biz hekimler mesleğimizin bize öğrettikleriyle sadece yardımcı olmaya çalışıyoruz. Retinitis Pigmentosa, belirtileri arasında gece görmede güçlük, azalan periferik görüş. Tam körlük elbette nadir ama bu olmayacağı anlamına gelmiyor. Önümüzde ciddi bir problem var demek istiyorum. İhmal etmeyin, sanırım önümüzdeki süreçte çok sık görüşeceğiz. Siz ona patırtıyla gitmezseniz, o sessiz sedasız size gelecektir.”
Bir süre karşılıklı susuyorlar. Sonra bugünlük bu kadar dercesine ayağa kalkıyor ikisi de. Yine gelinecek, kontroller, testlere devam edilecek.
Mahir’in içinde şaşılası bir ferahlık var. Nedensiz, açıklamasız. Kara bulutlar açılmış da sanki masmavi gökyüzünden söğüt dallarını andıran hüzmeler saçılmış. Kırılmışlık hissi onarılmış, özürler dilenmiş, herkes herkesi affetmiş.
Eşiğe kadar yürüyorlar. Mahir son kez dönüp bisiklete bakıyor. Ne aynası var ne de dinamosu. Doktor bu bakışı fark etmesine rağmen suskun. Yeni bir teşhis için yeterli zaman yok. Ardından siyahlar içindeki hemşire ona dış kapıya kadar refakat ediyor. Mahir’in ayağında mavi bir galoş.
Yağmur serpiştirip, kesilmiş. Yine de şemsiyeleriyle yürüyen insanlar var. Hava tertemiz. Bir kaykaycı hafifçe dokunarak geçiyor yanından, bir köpek durmadan havlıyor.
Otomobilin koltuğuna oturduğunda gözlüğünü temizliyor. Ön cam dahil her şey buğu içinde. Başını direksiyona yaslayıp taşraya gittiği o son yazı düşünüyor. Büyükanneyi, bahçedeki kiraz ağacını. Bisikletle yapayalnız turladığı akşam üstlerini. Kibrit kutusuna sığdırılan ilan-ı aşkı.
Rivayet odur ki, o gece Erdal’ın bisikleti avlularından içeri hiç girmemiş. Mahalledeki kına merasiminde biraz rakı içip yine dönmüş sokaklara.
Sokak lambalarının loş ışında yüklendikçe yüklenmiş pedala. Bekçilere sürtünerek geçmiş, elma dallarına dalmış. Gece bitmesin, sabah olmasın. Fıstık yeşili kapının önünden kaçıncı geçiştir bilinmez, yerde bir kibrit kutusu görmüş. Nasıl durmuş, nasıl eğilmiş, kalbi kalbinden çıkacakmış. İki direk, iki ışık sonra kararmış her yer. Mahalledeki kınaya geri dönmüş yine. Gecikmiş sarhoşlara gölge, içilmemiş kadehlere musallat olmuş. Aslanım içer demişler içmiş, yeter artık ulan demişler, yetmemiş. İçinde dışında ne varsa çıkarmış da kahrın ifrazatını atamamış bir türlü. Kasabaya sığamamış da asfalt yollarına vurmuş kendini. Nereye gidecek, kimden kaçacak? Bir yokuştan inerken frenleri tutmamış. Son sürat virajdan uçup çalılıkların üzerine kapaklanmış. Tanrı canını bağışlamış çok şükür, lakin gözlerinden birini orada bırakmış.
Bozkırda zaman hariç her şey bitmekle mükelleftir.
Yaz bitiyor. Mahir otobüsün en ön koltuğunda hareket saatini bekliyor. Balina kasa 0303 Mercedes hır hır çalışıyor ayazda. Egzozundan çıkan duman bir hayalet misali. Muavin kim gelmiş, kim gelmemiş koltuk sayıyor.
Sonra sol gözü sargılı biri beliriyor hemen yanında. Elinde biraz ezik, biraz kanlı bir kibrit kutusu, Vasati en çok 40 çöp.
Otobüs kalktı, kalkacak.
Fıstık yeşili bir kapı, kapı da bir karaltı. Erdal, usulca Mahir’in omzuna dokunup elindeki kibrit kutusunu Mahir’e uzatıyor.
“Al aslanım, bu mektup sana yazılmış.”
Önce Sonra